Oldu mu sayın Arınç, yaptığınızı beğendiniz mi

  • 25.11.2013 00:00

 [24 Kasım 2013] Acil bir nedenle, muhalefet tarzları ve kültürlerini yazmaya ara vermek zorundayım. Daha yeni değinmiştim; Başbakan Erdoğan’ın kız-erkek birlikte oturulan öğrenci evleri ve/ya yurtlarının birer ahlâksızlık yuvası olduğunu imâ ederek bir kere daha özel hayatlara sataşması karşısında Bülent Arınç’ın duruşu iyiydi, olumluydu. Ama sonra o da gitti, 14 Kasım’da “Ayasofya mahzun” diye bir demeç verdi; camiye dönüştürülmesini beklediklerini söyleyerek, İslâmcı kesimlerin hepsi değilse bile bazılarının geleneksel özlemlerinden birini dile getirdi (21 Kasım: Haklı ve haksız muhalefet).

Arınç’ın buna hukukî gerekçe olarak , gayrimenkullerin kiralanmasıyla ilgili 6570 numaralı kanunda “İbadethaneler, ibadet dışında bir maksatla kullanılamaz” denmesini göstermesi de başlı başına ilginçti. Böylece İznik ve Trabzon’daki küçük Ayasofya’ların camiye dönüştürülmesinin dayanağını öğrenmiş olduk. Ya da, ben öğrenmiş oldum diyeyim. Fakat ne müthiş, ne ikna edici, tarihe ne güzel ışık tutan, vicdanları ne kadar rahatlatan bir gerekçe doğrusu!

Önce çok basit bazı bilgileri hatırlatayım. İstanbul Ayasofya’sının yaşamı başlıca şu dönemlere ayrılır: İS 532-537 arasında bir Doğu Ortodoks kilisesi olarak yapıldı ve 537-1453 arasında, onu yaratan toplum tarafından esas olarak buna uygun biçimde kullanıldı. Yalnız 1204’te Dördüncü Haçlı Seferi Kutsal Diyarlara gitmekten vazgeçip Konstantinopolis’e saldırarak ele geçirdiğinde, Lâtin İmparatorluğu’nun 1204-1261 arasındaki 57 yıllık ömrü boyunca bir Katolik katedraline dönüştürüldü. 1261-1453 arasında tekrar Doğu Ortodoks kimliğine kavuştu. Şehir 1453’te Osmanlılarca alınınca bu sefer cami oldu ve 1931’e kadar öyle kaldı. Önemli nokta: cami olarak ibadete 1931’de kapatıldı; dört yıl restorasyon gördü ve 1935’te müze olarak açıldı (bunun anlamına, Yusuf Halaçoğlu’nun son demagojik çıkışı bağlamında tekrar değineceğim). 2006’dan bu yana, III. Ahmet Çeşmesi’ne bakan tarafındaki bir bölümü hem Hıristiyan hem Müslüman ibadetine açık; ayrıca, minarelerinden günde iki defa ezan da okunuyor. Ancak 1935’ten itibaren ana mekânı — ister kilise, ister cami — herhangi bir ibadet için değil, müze olarak kullanılıyor.

Yani bunu vurgulamak bile gereksiz ama, bir ibadethaneden söz edeceksek, Ayasofya cami değil kilise olarak yapılmıştı ve şu âna kadarki 1476 yıllık ömrünün (2037’de 1500 yaşında olacak) 916 yılını da öyle geçirdi. Mesele, bu eşsiz binanın yapımı ve yaşamına yansıyan herhangi bir iradeye saygı göstermekse, herhalde burada tarihsel ve bilimsel anlamda öncelik Osmanlı İmparatorluğu’nun değil Bizans İmparatorluğu’nun, II. Mehmed’in değil Jüstinyen’in “kurucu irade”sinde olmalı. Gerçeği dobra dobra söylemek gerekirse, Osmanlılar bu eseri kendileri yaratmış değiller. İstanbul’da el emeği ve göz nuru temelinden tepesine kadar Osmanlıların olan yığınla cami var: Fatih, Beyazıd, Şehzade, Süleymaniye, Mihrimah, Rüstem Paşa. Ayasofya öyle değil; orası, el emeği ve göz nurunun özü, esası, çok büyük kısmı itibariyle Bizans. İslâm ve/ya Osmanlı uygarlığı bunu kendisi yaratmamış; uzun süre uzaktan, dışarıdan izlemiş ve gıpta etmiş; sonra zaptetmiş, ele geçirmiş; bir sonraki adımda hayran kalmış, kopya etmiş, aşmaya çalışmış. Kubbeli cami modeli için bir örnek ve hedef, bir ideal olmuş. Elbette tarihin tekerleğini geri çevirip Bizans’a veya Ayasofya’nın kilise haline dönmek hem olanaksız, hem arzu edilir değil; bunu savunmak absürd ve savunan da yok. Ama neden müze değil cami olmalı diye söylenenlere baktığımda, bu tarihî gerçeklerin hiçbirini bulamadığım için, bunların hep etrafından dolaşıldığı için, hatırlatmak gereğini duyuyorum.

Geriye bir tek şey kalıyor ve Ayasofya müze değil cami olsun diyenlerin de söylediği tek şey o aslında: fetih ve fetih hakkı. 21 Kasım’da bu konuya ilk el attığımda yerim ve zamanım kalmamıştı ama, şimdi dönüp, bu fikri kimler, nasıl savunuyor diye internette dolaştığımda, karşıma hep bu sözler çıkıyor. Bir kere şu görülüyor: Arınç’ın Ayasofya’nın “mahzun”luğundan dem vurması kendi buluşu veya bir tesadüf değil; “Mahzun Ayasofya” bazı Türk-İslâm sentezcisi mahfillerde başlı başına bir konu, sürekli işlenen bir topos ve aynı zamanda bir sinyal, bir seferberlik parolası; şiirlere ve makalelere başlık oluyor. İkincisi, sürekli tekrarlanan argüman, “fetih hakkı” olarak “bizim” (yani cami) olması gereken Ayasofya’nın her nasılsa “biz”den alındığı ve dolayısıyla “biz”e geri verilmesi. Bunun içine bol miktarda savaş ve şiddet imgeleri ile gene bol miktarda Batı düşmanlığı da karışıyor. Hıristiyan Batı, uşaklığını yapan Kemalist Cumhuriyet ve laiklik aracılığıyla kapattırmış gibi imâlara yer veriliyor. Bu zeminde, çok geniş bir (amansız ve imansız) düşmanlar cephesine karşı ikinci bir fetih isteniyor.

Sadece birkaç örnek: “Mahzun Mabed” (Millî Gazete, 10 Şubat 2013). “Batının kilidi var! kapısı açılmıyor! / (…) / Açılman için Fatih’i mi bekleyeceğiz? /  Müslüman liderle camiye çevireceğiz / (…) / Fatih’in askerleri cesur, düşmanı boğdu (…)” (Adem Armağan,Ayasofya Mahzun). “Fethin Sembolü sayılan cami” (Millî Gazete, 10 Şubat 2013). “Hani o ilâhî devir, ilâhî nizamlar? / (…) / Şu muhteşem minberde, / Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde, / Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?” (Osman Yüksel Serdengeçti).

“Ayasofya bu gün bile hâlâ ölü bir mezar sessizliğinde, içi bomboş. Bugünkü haliyle Ayasofya, taş ve sütun yığını halindedir. Ayasofya, şimdiki haliyle içinde mum yanmayan, istavroz ve günah çıkarılmayan bir kilise görünümündedir” (Millî Gazete, 10 Şubat 2013). “Ayasofya puthaneye çevrilmiş ve eski kudsi vaziyetinden çok uzaktaydı. Çünkü, bu karanlık perdenin ardında milyonlarca mü’mini cehenneme sürükleyen amansız ve imansız bir ateşin alevleri yükselmekteydi” (aynı yerde). Ve şimdi bence tâyin edici cümleler: “Ayasofya fethin sembolü olarak kalmaya devam etmeli. Çünkü, İslam alemi ikinci bir fethe aç” (aynı yerde).

Böyle bir şey olabilir mi — Türkiye bu kadar geçmişte yaşamaya devam edebilir mi? 1919-22’nin Millî Mücadele’sinin sonunda gelen kurtuluş (istirdad) günlerinin (Rum, Rus, Fransız, Ermeni) düşman süngüleme sahneleriyle kutlanmasının da ötesinde, 1453’teki fethin 1953’ten itibaren giderek daha büyük törenlerle (daha doğrusu, çocuksu müsamerelerle) kutlanır hale gelmesi, Ayasofya’nın camileştirilerek yeniden fethedilmesine kadar uzatılabilir mi? Kemalist ulus-devletin temsil ettiği Türk milliyetçiliği varyantı, Yunan milliyetçiliğiyle olan kan dâvâsını, Bizans’tan tek bir taş bulunacak olsa yerine konmaması politikasına dönüştürmüştü (bu yolda MİT’in gizli talimatı vardı bir zamanlar). Şimdi AKP’nin kısmen dayandığı ve temsil ettiği siyasal islâm, aynı kan dâvâsını Bizans’tan kalma ne varsa tekrar camileştirerek sürdürmeye kalkabilir mi? Her şey bir yana; sırf uluslararası kamuoyu, Türkiye’nin dünyadaki yeri ve dış politika açısından merak ediyorum: zaten biraz Batı karşısında (bence tamamen değilse bile önemli ölçüde haksız nedenlerle) izolasyona sürüklenmiş ve dış dünya ile haber bağlantılarını Oryantalist-İslamofobik bedhahlarına kaptırmış görünen AKP hükümeti, bir de bu saldırgan ideoloji doğrultusunda, apaçık evrensellik karşıtı olacak ve öyle de teşhis edilecek bir adımla, Ayasofya Müzesi’ni kapatıp cami yapmayı göze alabilir mi?

Bakalım, göreceğiz. Şimdilik, beni pazar sabahı her şeyi bırakıp alelacele bu yazıyı yazmaya sevk eden olay var ortada. Bülent Arınç’ın 14 Kasım demecinin ardından, vesayetçi derin devletin 1990’lardaki kaskatı politikaları doğrultusunda on küsur yıl boyunca Türk Tarih Kurumu’nu (TTK) tek bir “Ermeni Masası”na indirgemesiyle ünlü, bu açıdan YÖK’teki Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç’lerin muadili, aşırı milliyetçi, TTK’dan nihayet uzaklaştırıldığı anda kendini MHP’ye atıp milletvekili olan Yusuf Halaçoğlu, fırsatı kaçırmayıp ortaya fırlamış ve TBMM’ye bir kanun teklifi vermiş, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi için. Kendince bazı payandalar da bulmuş: Güya Atatürk’ün, 1934’teki Bakanlar Kurulu kararının altındaki imzası sahteymiş ve bu, Ayasofya’nın müze olması kararının geçersiz sayılması için yeterliymiş.

İllâ Atatürk’ü tenzih edecek ve bu işten sıyırıp bir kenara koyacak. MHP’nin aynı anda hem Türk-İslâm sentezcisi, hem Atatürkçü olma çabasının yol açtığı bir taktik kıvranış. Hayli komik tabii. Kim cüret etmiş de atmış bu sahte imzayı? Tâ 1934’ten öldüğü 1938’e kadar, Atatürk hiç mi fark etmemiş bu numarayı? Zaten 1931’deki kapatmada mündemiç olan bu ikinci, 1934 kararını benimsemiyorduysa, neden kaldırtmamış? Bu sefer karşı kutuptan, aşırı sağdan, Torosyan masalları düzeyinde bir uydurma. Birilerinin iyiden iyiye basireti bağlanmış; zaten çok derin olmayan tarihsel düşünme yeteneğini, politik oportünizm tamamen felce uğratmışa benzer.

Fakat manzara ibretlik ve korkunç şüphesiz. Bülent Arınç’ın araladığı kapıdan MHP ve Yusuf Halaçoğlu giriyor. Oldu mu sayın Arınç? Haksız mıyım? Yaptığınızı beğendiniz mi?

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums