- 26.05.2011 00:00
Saraybosna Çellisti’nde Steven Galloway üç yılın olaylarını en fazla bir aya sıkıştırmış. 27 Mayıs 1992’de, yani kuşatma başladıktan yedi hafta sonra, bir pazar yerinde ekmek kuyruğunda bekleyen sivil halkın üzerine, göz göre göre havan mermileri yağdı. 22 kişi öldü, en az 70 kişi yaralandı. Katliama yerel ölçekte ünlü çellist Vedran Smailoviç de tanık oldu. Sonraki 22 gün boyunca Smailoviç, her ikindi vakti evinden çıkıp aynı yere oturdu. Ölen her bir dostunun anısına, Albinoni’nin Sol Minör Adagio’sunu çaldı. Bu, oldu gerçekten. Roman adını buradan alıyor.
Buna karşılık Smailoviç’in gölge, kurmaca versiyonu, baş aktörleri arasında değil, ilham verdiği kitabın. Gerçi Galloway dört kişi seçmiş kendine : Çellist, Kenan, Dragan ve Arrow (Ok). Ölümün kol gezdiği şehirdeki günlük hayat serüvenlerini, dört bölüm boyunca birbirine sarıyor, iç içe geçiriyor ve belirli “son”lara, daha doğrusu varoluşsal kararlara ulaştırıyor.
Lâkin bunlardan Çellist, diğerleri gibi ete kemiğe bürünmüş bir tipleme değil. Daha çok bir hava, bir atmosfer ve arkaplan : çalıyor; insanlar gelip etrafında toplanıyor, sessizce dinliyor, yere çiçekler bırakıyor. Bazı olaylar Çellistin haberi bile olmaksızın onun etrafında dönüyor. Adı hiç anılmayan kuşatmacılar, yani Bosna Sırp Ordusu, Çellisti ve onun şahsında kentin ruhunu büsbütün öldürmek için gizli bir keskin nişancı yolluyorlar. Buna karşılık Arrow da Çellisti korumakla görevlendiriliyor. Nitekim öldürüyor o “düşman” nişancısını, istemeye istemeye. Ama Çellist, başının üstündeki silâh sesi ve kurşun vızıltısını hiç duymamışçasına, başını çevirip bakmaksızın içeri giriyor.
“Düşman” : aslında bu deyim hemen hiç geçmiyor, Saraybosna Çellisti’nde. Hattâ en ufak bir etnik kimlik deyimi bile geçmiyor, Sırp, Hırvat veya Boşnak gibi. Kuşatılmışlar, onları kuşatan ve canlarına kasteden orduya Sırp demiyor; sadece “tepelerdekiler” (the men on the hills) diye söz ediyorlar. Ve hep soruyorlar, sorgluyorlar : neden, niçin oldu bu ? Ne oldu da farklılıklar çoğaldı, zıtlıklar tırmandı ve bu savaş çıktı; karşıt taraflara dönüştük; böyle bir kıyıma girdik ? Eski dostlar, komşular, hattâ akrabalar, nasıl insanlıktan çıktı ve birbirine karşı silâha sarıldı, öldürmeye başladı ?
Bunlar bütün etnik temizliklerin, geçmiş ve gelecek bütün soykırımların ezelî ve ebedî soruları, kuşkusuz. Şehirdekiler anlamaya çalışıyor ve direniyorlar, soyut, genelleştirilmiş, isimsiz ve rastgele bir nefrete karşı. Etnik grup adlarının kullanılmaması bu yüzden önemli. Bir kere “Sırplar” demeye başlarlarsa, onlar da tek tek bireyler olarak Sırpları değil, homojen, şeyleştirilmiş, yekpareleştirilmiş bir blok olarak “bütün Sırplar”ı görüp düşünüyor ve bütün bu kategoriden nefret ediyor olacaklar.
(Bu yazının son rötuşlarını yaparken, tuhaf bir metin gördüm, Küyerel web sitesinde. Bir zat, seçimlerde BDP’ye oy vermeyeceğimi açıklamama karşı “Türkler Kürtlere karşı millet olarak suçludur” diye yazmış. Korkunç bir fikir. İşte milliyetçiliğin özü : millet dediğimiz bloklar üzerinden düşünmek ! Hayır, Türkler millet olarak suçlu değildir. Yunanlılar da “Yunan mezalimi”nden millet olarak suçlu değildir. Almanlar ve İtalyanlar Nazizm ve Faşizmden millet olarak suçlu değildir. Araplar da Yahudi düşmanlığından millet olarak suçlu değildir, İsrailliler de Filistin trajedisinden millet olarak suçlu değildir. Fakat işte soykırımlar tam da bu zihniyetten doğuyor.)
İşe bakın ki, Saraybosna Çellisti bütünüyle bir yakarış, bu kategorik fetişizasyona karşı. Sıradan insanların varolma mücadelesi de bu ortam ve çerçeveye yerleşiyor. Kenan (Ömer Seyfettin’in Primo’sunun İttihatçı bir canavara dönüşen Kenan’ıyla karıştırmayalım) kırklık, sade ve masum bir baba. Ailesi için temiz içme suyu bulmak uğruna, her dört günde bir, omzuna iplerle astığı dörder litrelik altı bidon ve bir de alt komşuları, yaşlı ve huysuz Bayan Ristoviç’in sırf eziyet olsun diye sapsız halde verdiği ek iki bidonla, tâ şehrin öbür ucundaki bira fabrikasına, vurulma riski yüksek kavşak ve köprülerden geçerek gidip, sırtında 30 kilo taşıyarak geri dönüyor. Dragan benimle aynı yaşta (64) bir fırın işçisi. Daha başta İtalya’ya yollayabildiği karısı ve oğlunu bir daha görüp görmeyeceğini bilmeksizin, kızkardeşi ve pek hoşlaşmadıkları kayınbiraderiyle otururken, sırf fırında yemek yiyebilmek ve eve bedava ekmek getirebilmek uğruna, işyerine doğru yola çıkıyor. Kenan bir noktada öfkesine yenik düşüp Bayan Ristoviç’in bidonlarını köprüden önce yol kenarına bırakıveriyor. Ama sonra, neredeyse evine varmak üzereyken, çarşıdaki su karaborsacılarını görüp utanıyor ve kendi 24 litresinin altında iki büklüm, o iki bidonu da almak için tekrar belirsiz tehlikelere doğru yola çıkıyor. Dragan eski aile dostları Emina’yla karşılaşıyor; kendisinin geçmeye korktuğu bir açıklıkta Emina vurulunca, Emina’nın yaşlı bir kalp hastasına götürmekte olduğu ilâçları alıp, son kullanım tarihleri geçmiş de olsa yerine ulaştırmak için fırınından başka bir yöne yürüyor.
Saraybosna Çellisti’nde kahramanlar yok; gurur yok, nefret yok; şehitler ve serhildanlar edebiyatı yok; böyle sıradan insanlar, sıradan insancıllıklarla vahşete direniyor.
Yorum Yap