Seyir defteri (2)

  • 18.04.2013 00:00

 SEOUL/ G. KORE- Dünkü yazımı bir soruyla bitirmiştim: Ya Kuzey Kore kazansaydı ne olurdu? Bugün eski solcular olarak pek çoğumuz, dalga geçecek kadar nefret ediyoruzdur Pyongyang rejiminden. Ama acaba bunu, içinden geldiğimiz uluslararası komünist hareketin çizgisiyle ve kendi tarihsel tavrımızla yan yana koyup karşılaştırıyor muyuz?


Kuzey Kore, dün ve bugün

1953’teki Panmunjom ateşkesinden sonra, iki ülke farklı yönlere gitti. Kuzeyde, resmî adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, tipik bir komünist tek-parti rejimi olmanın da ötesinde, olabilecek en aşırı “düşmanlar” psikozu içine girdi ve dolayısıyla sürekli savaş halinde yaşadı, yaşıyor. Bu militarizm hem aşırı merkezîleşmeyi, hem sivil yatırımların ve sermaye birikiminin ihmali yoluyla düpedüz aşırı fakirleşmeyi beraberinde getirdi. Aşırı merkeziyet, Kim İl-sung, Kim Jong-il ve şimdi Kim Jong-un’uyla Kim ailesinin etrafında oluşan kişiye tapma kültü ve komünist hanedan paradoksunda somutlandı.

Arkasında hem Sovyet, hem (Mao döneminde) Çin desteği olduğu sürece, 1950’ler, 60’lar ve 70’lerde yoksulluk o kadar hissedilmedi. Ama 90’lardan itibaren kıtlık ve açlıklar baş gösterdi. Bugün 25 milyonluk nüfusun 9.5 milyonu aktif, yedek veya paramiliter statüde askerî personel; öte yandan BM tahminlerine göre 16 milyonu “zorunlu gıda yardımı”na muhtaç. Sağlık hizmetleri güya parasız, ama bütçede sağlık alanına kişi başına ortalama 1 dolar ayrıldığından, hastaneler birçok Afrika ülkesinden de kötü durumda. Özetle, her şeyiyle uç noktasına varıp zıddına dönüşmüş bir karikatür, bir hilkat garibesi söz konusu.


Güney Kore, dün ve bugün

1953 ateşkesinin ardından, Güney Kore de 35-40 yıl süreyle askerî ve yarı-askerî diktatörlerce yönetildi. Güneydeki ABD işgal bölgesinde Ağustos 1948’de yapılan seçimleri kazanıp BM tarafından “Kore’deki biricik meşru yönetim” olarak tanınan Syngman Rhee’nin başkanlığı, Soğuk Savaşın tipik bir Amerikan yanlısı ve destekli baskı rejimi haline geldi ve 1960’daki öğrenci hareketleriyle devrildi. Ama Latin Amerika ve Türkiye gibi Güney Kore’de de, darbeler (1961’de General Park Çung-hee, 1979’da General Çun Doo-hwan) ile parlamenter demokrasi tâ 1980’lerin sonlarına kadar birbirini izlemeye ve yer değiştirmeye devam etti. Ordunun egemenlik dönemlerinde işkence ayyuka çıktı. Siyasî faaliyet kısıtlandı, basın özgürlüğü ayaklar altına alındı.

Derken bir noktadan gene Latin Amerika ve Türkiye’de de olduğu gibi, 90’ların başlarından itibaren, durum değişti ve demokrasi artık kalıcı biçimde yerleşmeye başladı. Sovyetlerin çöküşü ve Soğuk Savaşın sona ermesi, Kuzeyi büsbütün yalnızlığa ve sertleşmeye iterken, Güneyde askerî müdahaleleri fuzulî kıldı. 1991’de BM’ye kabul edilen iki devletten Kore Cumhuriyeti, Asya’nın dördüncü ve dünyanın (eşit alım gücü bazında) 12. büyük ekonomisi oldu. Kuzeyin iki misli (25 milyona 50 milyon) nüfusuna karşın, kişi başına yılda 1800 dolara karşı 32,500 dolarlık bir millî gelir seviyesiyle, gene Kuzeyin kabaca yirmi katı diyebileceğimiz bir refah düzeyine ulaştı.


Yerini demokrasiye bırakmak ve bırakamamak

Bu noktada, farklı diktatörlük tipleri üzerinde de düşünmemiz lâzım kuşkusuz. Fransa’da 19. yüzyıl, Birinci, İkinci ve Üçüncü Cumhuriyetler ile Birinci ve İkinci İmparatorlukların gelgitine tanık oldu. Sonunda Cumhuriyet kazandı. Benzer bir salınım 20. yüzyılda ve 21. yüzyıl başlarında da yaşandı, yaşanıyor. Farklı tarihsel geçmişler dâhil (burada analiz edemeyeceğimiz) bir yığın nedenle, öyle görünüyor ki birçok toplumda demokratik veya demokrasiye yatkın bir yapı esas; zaman zaman birilerinin (III. Napolyon’ların, Yunan albaylarının ve Türk MBK-MGK’larının, Videla ve Pinochet’lerin, Peron, Menderes ve Chavez’lerin) demokrasi potansiyelinin üzerine oturması ise dışsal ve arızî, son tahlilde geçici bir demokrasi kesintisini ifade ediyor. Bu tür otoritarizmler bir dönem çok boğucu bir hal alsa ve insanlara büyük acılar çektirse de, sonunda yerini güçlenen bir demokrasiye bırakıyor.

20. yüzyılda görülen diktatörlük rejimlerinden İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizmi ise, basit birer demokrasi kesintisi değil, toplumun nüfuz ettikleri her zerresinde demokrasiyi yokeden, demokrasiye zıt ve alternatif ideo-politik formasyonlardı. Ve hele Alman Nazizminin, herhalde dış dinamiklerden (savaştan) başka bir yolla yıkılması olanaksızdı.

Demokrasiyi önce prensip olarak (proletarya devrimi ve diktatörlüğü teorisi yoluyla) reddediş ve buna bağlı olarak, toplumun bütün gözeneklerinde demokrasinin zıddını üretiş, komünizm için de söz konusu. Onun içindir ki komünizm hiçbir zaman demokratikleşemedi, kendi içinden demokrasiyi üretemedi. Demokratik bir faşizm gibi demokratik bir komünizm de bir oksimoron; yeryüzünde böyle bir şey olmadı ve olmayacak.

İster Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa, ister Çin, Kuzey Kore ve Küba’da, demokrasiye ancak komünizmin çökmesiyle ulaşıldı veya ulaşılacak. (Ya da, hele Çin örneğinde, ulaşılmazsa dünya için çok kötü olacak.)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums