Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı

  • 14.10.2012 00:00

 

Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı   TONY JUDT * / Hobsbawm sadece başka tarihçilerden daha çok şey bilmekle kalmıyor. Daha da iyi yazıyor üstelik. (ÇEVİREN: HALİL BERKTAY) 

 
 

Eric Hobsbawm dünyanın en tanınmış tarihçisi. 1994’te yayınlanan Age of Extremes [Aşırılıklar Çağı] Çinceden Çekçeye kadar düzinelerle dile çevrildi. Anıları Yeni Delhi’de çoksatan oldu; Latin Amerika’nın özellikle Brezilya gibi bazı köşelerinde, kültürel bir halk kahramanı mertebesinde. Ününü fazlasıyla hak ediyor. Uçsuz bucaksız bilgi kıtalarına rahat bir özgüvenle hükmediyor Cambridge’te mensup olduğu kolejdeki danışmanı, bir gün bana, Eric Hobsbawm’ın karşısına çıkan ve ders verdiği gelmiş geçmiş en zeki lisans öğrencisi olduğunu söyledikten sonra şöyle devam etmişti: “Tabii, öğrettiğim söylenemez aslında öğretmesi mümkün olmayan biriydi. Eric zaten her şeyi biliyordu.” 

Hobsbawm sadece başka tarihçilerden daha çok şey bilmekle kalmıyor. Daha da iyi yazıyor üstelik: nisbeten genç bazı İngiliz meslekdaşlarının “teorik” vıdı vıdıcılığına ya da kantarın topuzunu kaçıran narsist belâgat gösterilerine zerrece yer vermeksizin (ve kalabalık lisansüstü araştırmacı gruplarına da itibar etmeksizin bütün okumalarını kendisi yapıyor). Üslûbu net ve tertemiz. Bir zamanlar İngiliz Komünist Tarihçiler Grubu’ndan arkadaşı olan E. P. Thompson, Raymond Williams ve Christopher Hill gibi, Hobsbawm da İngiliz nesrinin ustalarından. Okumuş okuyucular için, anlaşılır bir tarih yazıyor. 

Otobiyografisinin(1) başları, belki de Hobsbawm’ın yazdığı en güzel sayfalar. Hiç değilse, en yüksek dozda kişisel sayfaları olduğu kesin. Biri Londra’nın East End’inden [şehrin görece aşağı sınıf Doğu Ucu’ndan – ç.n.], diğeri Habsburg Avusturya’sından olan babası ve annesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız Zürich’de tanışıp evlenmişlerdi. İki çocuklarından büyüğü olan Eric, 1917’de İskenderiye’de doğduysa da, ilk anıları ailenin savaş sonrasında yerleştiği Viyana’da başlıyor. Habsburg-sonrasının yoksul, güdükleşmiş Avusturya’sında, iki yakalarını zar zor bir araya getirmeye çalışıyorlar. Eric on birindeyken, “ya para kazanmak veya ödünç almak uğruna şehirde attığı giderek daha umutsuz turlardan birinden” dönen babası, 1929’un kaskatı donmuş bir Şubat gecesi kapı eşiğine yığılıp ölüyor. Bir yıl geçmeden annesine akciğerlerinden hasta olduğu teşhisi konacak; aylar boyu hastane ve sanatoryumlarda tedavi görecek ama nafile; 1931 Temmuz’unda o da vefat edecek. Oğlu on dördüne yeni girmiş, o sırada. 

Eric Berlin’e, teyzelerinden birinin yanına gönderiliyor. Alman demokrasisinin can çekişmesini anlatışı büyülüyor insanı “Titanik’teydik ve buzdağına çarpmakta olduğumuzu herkes biliyordu.” Genç Hobsbawm, Weimar Cumhuriyeti’nin umutsuz siyaset girdabına yakalanmış bir Yahudi yetimi. Gittiği lisede (Gymnasium’da) Alman Komünist Partisi’ne (KPD) katılıyor. Stalin’in KPD’ye empoze ettiği, Nazilere değil Sosyal Demokratlara saldırmak biçimindeki bölücü intihar stratejisine birinci elden tanık oluyor. Berlin Komünistlerinin cesur hayalleri ve ümitsiz yürüyüşlerine katılıyor. Ocak 1933’te, kızkardeşini okuldan alıp eve getirirken Hitler’in şansölyeliğe atandığını gazete tezgâhlarından öğreniyor. Viyana’daki çocukluğunun anlatımı gibi Berlin öyküleri de, insanın içine işleyen kişisel anıları ile bir tarihçinin iki savaş arasında Orta Avrupa’da yaşam üzerine düşüncelerini, hiçbir kopukluğa yol açmaksızın birbirine örüyor, iç içe geçiriyor: “Yirminci yüzyılın Orta Avrupa’daki ‘Felâketler Çağı’nı yaşamamış olanlar için, asla sürmesi beklenmeyen bir dünyada, hattâ bir dünya bile denemeyecek, ancak ölmüş bir geçmiş ile henüz doğmamış bir gelecek arasında yer alan geçici bir istasyon diye tarif edilebilecek bir şeyin içinde varolmanın ne demek olduğunu anlamak, kolay olmasa gerek.” Sırf bu ilk yüz sayfa bile, kitabın fiyatına rahatlıkla değer. 

Hobsbawm ailesinin çocukları İngiltere’ye gönderiliyor (Britanya pasaportları ve Londra’da akrabaları var). Olağanüstü yetenekli ve yaşına göre çok ileri olan Eric, iki yıl içinde İngilizce öğrenime geçişin üstesinden geliyor ve Cambridge Üniversitesi’nin King’s College’ında tarih okumak için Herkese Açık Burs’lardan birini kazanıyor. İngiliz seçkinler zümresine ömür boyu sürecek yükselişi de orada, lisans sınavlarındaki çarpıcı başarıları ve Apostles’a seçilmesiyle [Havariler - ç.n.] başlıyor (üyelerini kendisi seçerek varlığını sürdüren bu Cambridge “gizli derneği”nin Hobsbawm’dan önceki üyeleri arasında, Wittgenstein, Moore, Whitehead, Russell, Keynes, E. M. Forster ve “Cambridge casusları” Guy Burgess ile Anthony Blunt da yer alıyordu). King’s College’da Hobsbawm’ın çağdaşı olan Noel Annan, lisans öğrenciliği yıllarındaki Hobsbawm’ı “hayret verici derecede olgun, tepeden tırnağa Parti’nin güncel siyaset yorumuyla donanmış, âlim [erudite - ç.n.] olduğu kadar fasih [fluent - ç.n.], akranlarından herhangi biri hangi kıyıda köşede kalmış konuda bir seminer ödevi yazmaya kalkacak olursa olsun, o mesele hakkında bir görüşü olacak kadar donanımlı” diye anlatıyor.(2) 

Savaştan sonra, Hobsbawm’ın siyasî görüşleri İngiliz akademik kariyerinin formel basamaklarını birer birer çıkmasını yavaşlattı; eğer Komünist Partisi’ne üye olmasaydı, muhtemelen daha genç bir yaşta seçkin bir kürsü sahibi olurdu. Gene de Primitive Rebels’dan [İlkel İsyancılar] The Age of Capital’a [Sermaye Çağı], Industry and Empire’dan [Sanayi ve İmparatorluk] The Invention of Tradition’a [Geleneğin İcadı] her yeni kitabıyla ulusal ve uluslar arası ünü büyümeye devam etti. Emekliliğinde, kariyeri şan ve şerefle taçlandırıldı: Her yerde konuşma verdi; yığınla onur doktorası aldı; İngiltere Kraliçesinin Şeref Refakatçileri’nden [Companion of Honor - ç.n.] biri oldu. 

Yıllar boyu yaptığı yolculuklar sayesinde Hobsbawm kendini çok ilginç bazı durumlarda buldu: Halk Cephesi’nin doruğunda olduğu Paris’teki 1936 Bastille Günü kutlamaları sırasında, Sosyalist Parti’ye ait bir haber kamerası kamyonunun üstüne çıktı (öyle bir fotoğrafı var, neredeyse yetmiş yıl ötede, ama inanılmaz derecede tanıdık). İspanya İç Savaşı’nın ilk başlarında, kısa süreyle Katalonya’ya geçti. Bir seferinde Havana’da Che Guevara’nın irticalen tercümanlığını yaptı. Otobiyografisinde, Latin Amerika, İspanya, Fransa ve özellikle İtalya’daki seyahat ve dostluklarından, zorlama olmayan bir coşkuyla söz ediyor. İngiliz tarihçilerinin ve ilk başta aralarında yer aldığı İngiltere tarihçilerinin çoğunun aksine, Hobsbawm sadece çok-dilli değil aynı zamanda referans noktaları bakımından içgüdüsel olarak kozmopolit oldu. Anıları, yakın ailesi ve aşkları hakkında insana hoş bir tazelik hissi verecek derecede ketum; buna karşılık kamusal dünyasını meydana getiren erkek ve kadınlarla dolu. Uzun ve verimli bir yirminci yüzyıl yaşantısına tanıklık ediyorlar. 

Ama eksik olan bir şey var. Eric Hobsbawm sadece Komünist olmuş değildi öylesinden İngiltere’de bile çok var. Altmış [öldüğünde yetmiş – ç.n.] yıl süreyle Komünist kaldı. Britanya’nın küçücük Komünist Parti’sindeki üyeliğinin, ancak Tarih temsil etmiş olduğu dâvâyı kesinlikle gömdükten sonra, kadük olmasına izin verdi. Ve bir ara Komünizmin büyüsüne kapılmış olan hemen bütün diğer aydınlardan farklı olarak Hobsbawm’da hiç pişmanlık belirtisi yok. Hattâ öyle ki, bir yandan Komünizmde somutlanan her şeyin toptan yenilgisini teslim ettiği halde, diğer yandan, 80’inden 90’ına giderken hiç gözünü kırpmadan “Ekim Devrimi’nin rüyası benim içimde bir yerde hâlâ yaşıyor” diyor; bunda israr edebiliyor. 

Tahmin edilebileceği gibi, ömrünü adadığı Komünizmden “dönmeme” konusundaki bu tâvizsiz inattır ki kamuoyunda pek çok yoruma konu oluyor. Niçin arkadaşlarınızın büyük çoğunluğu gibi partiden 1956’da, Sovyet tankları Macar ayaklanmalarını ezdiğinde ayrılmadınız, diye soruluyor Hobsbawm’a sayısız mülâkat sırasında. 1968’de Kızıl Ordu Prag’a girdiğinde niçin ayrılmadınız ? Niçin (Hobsbawm’ın son yıllarda birkaç kere öne sürdüğü gibi) eğer sonuç biraz daha iyi olsaydı Stalin döneminin insan hayatları ve acılarıyla ölçülen bedelinin ödemeye değer olmuş olacağına inanmaya devam ediyorsunuz ? 

Hobsbawm bu tür bütün sorgulamalara muntazaman ama azıcık bezgin bir tavırla cevap verirken, bazen, insanların Komünist geçmişine bu kadar takması karşısında yukarıdan bakan bir sabırsızlığı da hafifçe hissettirmekten geri durmadı. Ne ki, bu soruya kendisi çanak tutuyor. Kendi anlatımıyla, hayatının büyük bölümünü Komünizme vermiş. Otobiyografisinde o kadar sürükleyici bir şekilde söz ettiği insanların çoğu Komünist. Onyıllar boyu Komünist yayınlar için yazmış ve parti toplantılarına katılmış. Başkaları partiyi terk etmiş ama o kalmış. Sadakatini uzun uzadıya tasvir ediyor, ama hiç açıklamıyor. 

Hobsbawm’ın Komünizme bağlılığının Marksizmle pek bir ilgisi yok. Onun için “Marksist bir tarihçi” olmak, “tarihsel” veya yorumlayıcı dediği bir yaklaşımı olmaktan ibaret. Hobsbawm’ın gençliğinde, siyasal olayların anlatımına kıyasla daha geniş açıklamalara yönelmek, ekonomik nedenleri ve toplumsal sonuçları vurgulamak radikal ve ikonoklastik bir tavırdı Marc Bloch’un Annales grubu da Fransız tarihçiliğine benzer değişimleri dayatıyordu. Günümüzünhistoriyografi tablosu öyle ki, bu tür kaygılar aşikâr, hattâ muhafazakâr kaçıyor. Üstelik, New Left Review’daki Gramsci epigonlarından farklı olarak Hobsbawm, Avrupa anakarasına özgü Marksizm-içi tartışmalara ve teori denemelerine de hep tipik bir İngiliz ilgisizliği içinde oldu; eserlerinde bunları hemen hiç yansıtmıyor. 

Hobsbawm versiyonunda, bizzat Komünizmi bile belirli bir yere raptetmek hiç kolay değil. Anlatımından, Komünist olmanın nasıl bir his olduğu hemen hiç çıkmıyor. Hemen her yerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünistler vakitlerinin büyük bölümünü ajit-prop’la parti yayınlarını satmakla, seçimlerde parti adayları için halkla bire bir konuşmakla, gerek hücre toplantılarında gerekse kamuya açık tartışmalarda “genel çizgi”yi yaymakla, toplantı organize etmekle, miting ve gösteri planlamakla, grev kışkırtmakla (veya önlemekle), cephe örgütlerini manipüle etmekle vesaire geçiriyordu. Sıradan, rutin, çoğunlukla sıkıcı ve bıktırıcı işlerdi bunlar; vefa ve görev duygularıyla yapılıyordu. Şimdi aklıma gelen neredeyse istisnasız bütün Komünist ve eski Komünist anılarında bu gibi meseleler çok geniş yer tutar kaldı ki, böyle kitapların en ilginç yanı da bunlardır genellikle, çünkü bu rutinler çok zaman alıyordu ve çünkü eninde sonunda bunlar parti hayatının ta kendisiydi.(3) 

Ama kendisinin de açık seçik belirttiği gibi, Eric Hobsbawm hiç hoşlanmamış bu tür yerel örgüt çalışmalarından. Bunun tek istisnası, lise öğrenciliği yıllarında SA kahverengi gömleklilerine meydan okumak pahasına 1933 Mart seçimlerinde halkın arasına girip (aslında ölüme mahkûm olan) KPD’ye oy çağrısında bulunmak gibi gerçekten tehlikeli bir işe girmiş olması. Buna karşılık sonraki yıllarda kendini tamamen “akademik veya entellektüel çevreler” içinde çalışmaya hasrettiğini görüyoruz. 1956’dan sonra ise, “Parti’nin, kendi içinde reform yapamadığı için artık ülkede uzun vâdeli bir siyasî geleceği olamayacağına kanaat getiren” Hobsbawm, (bizatihî partiyi değilse de) Komünist aktivizmi bırakıyor. Dolayısıyla anılarından, bir yaşam tarzı ve hattâ bir siyaset tarzı olarak dahi Komünizm hakkında hiçbir şey öğrenemiyoruz. 

Ne ki, bir mikro-toplum olarak partiden bu uzaklık, Hobsbawm’ın karakterine son derece uygun. Her ne kadar gene kendisi “o karanlık yılların duygusal yaralarını benim de üzerimde taşıdığıma hiç kuşkum yok diyorsa da, gençlik travmaları ile yetişkin duruşları arasında ne tür bağlantılar olduğuna ilişkin spekülasyon biraz boş kaçar. Ama açık ki Hobsbawm dünya ile arasına hep belirli bir mesafe koymuş; kendi ifadesiyle, “entellektüalizmi[m] ve insanlarâlemiyle pek ilgilenmeyişi[m]” ona trajediler karşısında kalkan olmuş. Bu, Eric Hobsbawm’ın çok iyi bir sohbet arkadaşı olmasını ve bundankeyif almasını engellememiş. Ama galiba belirli bir empati yoksunluğunu açıklıyor: Eski yoldaşlarının ne coşkusu ne de suçları pek etkilemiyor Hobsbawm’ı. Başkaları partiyi umutsuzluk içinde terk etmiş çünkü parti onlara çok şey ifade edegelmiş. Hobsbawm ise partide kalabilmiş çünkü en azından günlük hayatı açısından hemen hiçbir şey fark etmemiş. 

Lâkin bambaşka bir açıdan baktığımızda Eric Hobsbawm, kendilerini [dâvâya] çok daha canıgönülden adayan pek çok çağdaşına kıyasla Komünist kalıba çok daha iyi oturuyor. Modern Avrupa Solunun tarihinde, her şeyi içine çekip soğuran birçok mikro-toplum oldu. Sadece İngiltere’de, Büyük Britanya Sosyalist Partisi’ni, Bağımsız İşçi Partisi’ni, Fabiancıları, çeşit çeşit Sosyal Demokrat ve anarşist federasyonları ile tabii Troçkistleri ve sair çağdaş “Eski Mümin”leri sayabiliriz.(4) Ne ki, başka yerlerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünist Partisi bütün bunlardan, otorite ilkesiyle, hiyerarşiyi kabullenişle ve düzen tutkusuyla ayrılıyordu. 

Eric Hobsbawm kesinlikle bir düzen adamı, kendi ifadesiyle “Tory bir komünist.” Komünist entellektüeller asla “kültürel aykırı”lar [cultural dissidents - ç.n.] olmadılar ve Hobsbawm’ın da sırf kendisi için varolan post-şu veya post-bu “solcu”luğu küçümseyişi uzun bir Leninist soykütüğüne dayanıyor. Ama gene Hobsbawm söz konusu olduğunda, bir başka gelenek de devreye giriyor. Hobsbawm Thatchercılıktan büyük bir horlamayla “aşağı orta sınıf anarşizmi” diye söz ettiğinde, bir çırpıda iki büyük lânetlemeyi birleştiriveriyor: Marksizmin düzensiz, başına buyruk bir kendi kendine düşkünlük haline eskiden beri duyduğu nefret ile, İngiliz yönetici elitinin ilim irfan görmemiş, toplumsal konumu açısından özgüvensiz ama ekonomik bakımdan hırslı kâtip ve satış elemanlarının oluşturduğu, geçmişte Mr. Pooter ve şimdi Essex İnsanı tarafından simgelenen(5) hizmet sınıfına karşı, daha da eskilere giden aşağılama duygusu. Özetle, Eric Hobsbawm bir mandarin, Komünist bir mandarin ait olduğu kastın bütün özgüven ve önyargılarını taşıyor. 

Bunda şaşılacak bir şey yok: Hobsbawm’ın 1939’da yükselip Apostles grubuna dahil oluşunu anlatırken söylediği gibi, “devrimciler dahi münasip bir geleneğe mensup olmaktan hoşlanırlar.” Gerek üniversitelerde ve gerekse sivil devlet hizmetindeki İngiliz mandarin sınıfı, (uzaktan uzağa da olsa) sık sık Sovyetler Birliği’nin cazibesine kapılıyordu. Orada görüp beğendikleri şey, çok tanıdık bir kalıptı işin en doğrusunu bilenlerin toplumu yukarıdan aşağı iyileştirmesi. Özellikle Fabiancılar (Shaw, Wells, karı-koca Webb’ler) Komünizmi böyle anlıyorlardı ve bunda yalnız da değillerdi. Bence Hobsbawm’ın İngiliz tanıtımcılarının, Komünizminin ileri geri eleştirilmesini çoğu zaman biraz hayretle izlemesinin nedeni bu: sadece bir adamın kişisel görüşlerinin didik didik edilmesini kabalık saydıklarından değil; ya da Sovyet Komünizmini çok uzaklardaki (ve çok uzak geçmişteki) başka bazı insanların başına gelmiş olup buraların yerel hayat tecrübesi ve tarihinde hiç yankı bulmayan bir şey gibi düşündüklerinden de değil; insan ruhunun mühendisliğine girişmek ne tür olursa olsun bütün elitlere çekici geldiği için, söz konusu sorgulamayı hafifseyebiliyorlar. 

Ama Eric Hobsbawm, sadece (kendi sözleriyle) “resmî İngiliz kültür müessesesi”nin çok kıdemli ve bundan hayli de gurur duyan “bir üyesi” değil; eğer öyle olsaydı, kurumsal bir cesede olan bağlılığını herhalde çoktan rafa kaldırmış olurdu. Hobsbawm aynı zamanda bir romantik. Örneğin, sanayi proleterlerinin ahlâkî ağırlığını ne kadar parlak olursa olsun çok da ikna edici olmayan bir şekilde kırsal eşkiyaya aktararak onları romantize etmiş bulunuyor. Keza, Palmiro Togliatti önderliğindeki İtalyan Komünist Partisi’ni de öyle romantize ediyor ki, yeni açığa çıkan gerçekler karşısında bu, Hobsbawm’ın “hayatta en değer verdiği şeyler veya kişiler hakkında bile kendi kendini aldatmama” vurgusuna pek uymuyor.(6) 

Eric Hobsbawm Sovyetler Birliği’ni romantize etmeyi de hâlâ sürdürüyor: “Zaafları ne olursa olsun, bizatihî varlığıyla, sosyalizmin bir hayalden ibaret olmadığını ispatladı.” Bu öyle bir iddia ki, günümüzde ancak çok acı bir ironi niyetine alındığında anlam taşıyabilir; oysa Hobsbawm’ın kastı herhalde bu değil. Dahası, Hobsbawm Komünistlerin o kadar çok övündükleri “sertliği”ni, siyasî gerçekleri güya çok net bir şekilde görmelerini bile romantize ediyor. En hafif deyimiyle bu, Lenin’in, Stalin’in ve tek tek haleflerinden her birinin işlediği felâketli stratejik hatâlar kataloguyla da çelişiyor. Hobsbawm’ın kederli nostaljisi yer yer, Koestler’in Gün Ortasında Karanlık romanındaki Rubaşev’in sözleriyle tuhaf bir benzerlik gösteriyor: “Kırk yılda bir Tarihin önü açılmış ve nihayet insanlığa onurlu bir hayat vaat ederken, şimdi bu da bitmiş bulunuyordu.” 

Interesting Times
’da [Tuhaf Zamanlar] Hobsbawm, Alman Demokratik Cumhuriyeti konusunda belirgin bir zaafı, yufka yürekliliği olduğunu ortaya koyuyor; birkaç defa, Batı’nın deniz kızlarının çağrısına kapılıp ADC’yi terk eden aydınların belkemiği olmadığını imâ ediyor (“Hararete dayanamayanlar mutfaktan çıkıp gittiler”). ADC’nin döküntü otoritarizmini Weimar Berlin’inin büyüsünden hatırında kalanlar ile karıştırdığını tahmin ediyorum. Bu da bizi, Hobsbawm’ın Komünizme ömür boyu adanmışlığının romantik çekirdeğine: hem tarihin benzersiz bir ânına (Weimar Cumhuriyeti’nin son aylarındaki Berlin’e), hem de bu âna rastlayan uyanık, duyarlı delikanlıya olan sarsılmaz sadakatine götürüyor. Yakın zamanda yapılan bir röportajda aşağı yukarı bunu söyledi zaten: “Hayatımı oluşturan gelenekten ve bu geleneğe ilk katıldığımda ne düşündüğümden kopmak istemedim.”(7) 

Anılarında çok net: “Berlin’e 1931 yaz sonunda, dünya ekonomisi çökerken geldim… [Bu] hem yirminci yüzyılın hem de kendi hayatımın şeklini belirleyen tarihî ândı.” Eric Hobsbawm’ın bu ayları anlatışının, yazmış olduğu en yoğun, en yüklü hattâ cinsellik yüklü sayfalar olması tesadüf değil. Ayrıca, tek duyarlı gözlemci de değildi, neyin söz konusu olduğunu derhal kavrayan. Öğrenim görmekte olduğu Köln’den evine yazdığı mektuplarda, yirmi altı yaşındaki Raymond Aron da Almanya’nın yuvarlanmakta olduğu “uçurum”u betimliyor; o da Titanik’in buz dağına çarptığını ve Avrupa’nın geleceğinin, artık bu belirleyici ândan ne gibi siyasal dersler çıkarılacağına bağlı olduğunu kavrıyordu. Aron’un 1931-1933 arasında Almanya’da gördükleri de, kalan bütün hayatı ve eserlerinin temel ahlâkî ve siyasî referans noktası olacaktı.(8) 

Hobsbawm’ın, yirminci yüzyılın karanlık kalbinde yapayalnız yolunu bulmaya çalışan kendi ergenlik haline sadık kalmak konusundaki tâvizsiz kararlılığını takdir etmemek mümkün değil. Öte yandan bu sadakat için yüksek bir bedel ödüyor sandığından çok daha yüksek. “Üyesi olmak istemediğim bazı kulüpler var” demişti geçmişte.(9) Kastettiği, eski Komünistler. Ne ki, çağımızın dehşetine ilişkin en iyi anlatımlardan bazılarını, Jorge Semprun, Wolfgang Leonhard, Margarete Buber-Neumann, Claude Roy, Albert Camus, Ignazio Silone, Manès Sperber ve Arthur Koestler gibi eski Komünistler yazdı.(10)Hobsbawm’ın adlarını hiç anmaması dikkat çekici olan Soljenitsin, Sakharov ve Havel’le birlikte,yirminci yüzyılın Okuryazar Aydın Cumhuriyeti’ni bunlar oluşturuyor. Kendini böyle bir topluluktan dışlamakla, üstelik de Eric Hobsbawm gibi biri, sonuçta kendi kendini taşralılaştırmış oluyor. 

Bunun yarattığı tahribat, önce ve en aşikâr şekilde kendini yazım tarzında belli etmekte. Hobsbawm ne zaman siyasî bakımdan hassas bir alana girse, derhal üstü kapalı, kılıflı, tahtalaşmış, “Parti-konuş”u andıran bir dile sığınıyor. Örneğin Age of Extremes’de [Aşırılıklar Çağı ç.n.], “Diktatörlük olasılığı, tek ve değiştirilmesi imkânsız bir partiye dayalı her rejimde zımnen mevcuttur” diye yazıyor.(11) “Olasılık” ? “Zımnen mevcut” ? Rosa Luxemburg da pekâlâ ona söyleyebilirdi ki, tek ve değiştirilmesi imkânsız bir parti esasen diktatörlüğün ta kendisidir. Anılarında, Komintern’in 1932’de Alman Komünistlerini Sosyalistlere karşı savaşıp Nazileri görmezden gelmeye zorlamasını anlatırken Hobsbawm, “bugün artık bunun… intihar derecesinde aptalca bir politika olduğu kabul ediliyor” diye yazıyor.(12) Bugün mü? Daha o zaman herkes bunu caniyâne bir ahmaklık olarak görüyordu ve öyle görmeye devam etti Komünistler dışında herkesi kastediyorum. 

Hobsbawm bu gibi meselelerde o kadar nota sağırı ki, Bertolt Brecht’in “Bizden Sonra Doğanlara” şiirindeki şu mide bulandırıcı duyguları hâlâ övgüyle zikredebiliyor: Bizler, ki merhametin temellerini atmak istedik; / Bizim merhamet göstermemiz olanaksızdı. Artık bundan da sonra Hobsbawm’ın, Kruşçev’in 1956’daki ünlü “gizli konuşma”sını “Stalin’in yanlışlarına yönelik hoyrat ve amansız bir suçlama” diye tarif etmesindeki tuhaflığa o kadar şaşmamak gerek. Dikkat edin ki burada “hoyrat” ve “amansız” sıfatları Stalin’in “yanlışları”nı değil, Stalin’in suçlanmasını niteliyor. Wroclaw’dan Vladivostok’a kadar uzanan isimsiz mezarların simgelediği milyonlarca kırık yumurtanın, Komünizm omletine doyamayan Hobsbawm’ın uykularını kaçırmadığı çok açık. Kendi ifadesiyle, Tarih dökülmüş süte ağlamaz. 

En fazlası, Komünistlerin Komünistlere yaptığı haksızlıklara hayıflanıyor: Trayko Kostov’un 1949’da Sofya’da yargılanmasının kendisinde uyandırdığı “mutsuzluk hissi”ni hatırlarken, bunu “Stalin’in son yıllarını çirkinleştiren düzmece duruşmaların ilki” diye niteliyor. Değildi oysa. Bizzat Bulgaristan’da bundan önce de bir düzmece duruşma olmuş; Çiftçi Partisi lideri Nikola Petkov Eylül 1947’de yargılanıp idam edilmişti. Ne ki, Petkov’un hiçadını anmıyor. Onun maruz kaldığı adlî infaz Stalin’e leke sürmüş sayılmıyor. 

Hobsbawm’ın da yarı yarıya itiraf ettiği gibi, “yirminci yüzyıla ilişkin resmî Parti ve Sovyet görüşlerinin gücü karşısında” belki de kendini ondokuzuncu yüzyılla sınırlaması daha iyi olurmuş.(13) Hâlâ görünmez bir sansürcünün gölgesinde yazmaya devam ettiği izlenimini uyandırıyor. Habsburg dönemine ilişkin bağlantıların, bağımsız Avusturya ile bağımsız Çekoslovakya arasında nasıl 1920’lere kadar sürdüğüne dair anlatımını şöyle noktalıyor: “Sınırlar henüz, savaşın Tuna üzerindeki tramvay hattını tahrip etmesinden sonra olacakları gibi aşılmaz değildi.” Görece genç okuyucular bundan pekâlâ, 1948’den sonra Avusturya’yı ziyaret etmek isteyebilecek Çek ve Slovakları sadece harap bir tramvay hattının engellediği sonucunu çıkarabilir. Hobsbawm başka hiçbir engelden söz etmiyor. 

Bunlar uykusu gelen Homer’in kafasının düşmesini andıran basit dalgınlık hatâları veya dikkatsiz kalem kaymaları değil. Yazarın büyük eserlerine duydukları saygı yüzünden bunların etrafından kibarca, ayaklarının ucuna basar gibi dolanan İngiliz yorumcular, aslında eski bir dostlarına çocuk muamelesi çekmiş oluyor. Hobsbawm çok daha iyisine lâyık. François Furet bir zamanlar, Sovyetlerin Macaristan’ı işgalini protesto amacıyla Fransız Komünist Partisi’nden ayrılmasını “hayatımda yaptığım en akıllı şey” diye nitelemişti. Hobsbawm’ın kalmayı tercih etmesi, tarihçilik sezgilerini köreltmiş bulunuyor. Tek tek hatâlarını kolayca kabulleniyor kuşkusuz örneğin altmışları küçümsemesini, Avrokomünizmin yetmişlerin ortalarından sonra hızla gerileyip çökeceğini tahmin edememesini, ya da “şimdi biliyorum ki başarısızlığa mahkûmdu” dediği Sovyetler Birliği’ne bağladığı umutların yüksekliğini. 

Ne ki, neden bu gibi hatâlara düştüğünü anlamamışa benziyor öyle ki, Sovyetler Birliği’nin başarısızlığa “mahkûm” olduğuna ilişkin tâvizi bile, kazanmasının “kaçınılmaz” olduğuna dair eski varsayımın tersyüz edilmesinden ibaret. Her iki halde de, sorumluluk insanlara değil Tarihe ait olmuş oluyor ve bu, eski Komünistlerin rahat uyku uyuyabileceği anlamına geliyor. Geçmişe dönük bu determinizm, Whig Tarihçiliğine(14) diyalektiği eklemekten başka bir şey değil ve diyalektik de, Buchenwald toplama kampında kıdemli bir Komünistin genç Jorge Semprun’a izah ettiği gibi, “daima dört ayak üstüne düşme tekniği ve sanatı” olarak tanımlanıyor.(15) Hobsbawm dört ayak üstüne düşmüş gerçi; ama onun durduğu yerden, dünyanın kalanı baş aşağı duruyora benziyor. 1989’un [Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Avrupa’nın dönüşümünün ç.n.] anlamı bile hayli müphem. “Hür dünya”nın (korkutucu tırnaklar, kendisine ait) Sovyetler Birliği’ne karşı zaferi hakkında bütün söyleyebildiği şu uyarıdan ibaret: “Gelecekte dünyanın, Rosa Luxemburg’un ya sosyalizm ya barbarlık alternatifiyle yüz yüze geldiğinde barbarlığı seçtiğine pişman olması hâlâ mümkündür.” 

Ne ki, Kızıl Rosa bu satırları yazalı neredeyse yüz yıl oluyor. Eric Hobsbawm’ın rüyasını gördüğü sosyalizm artık bir seçenek olmaktan çıktı ve bunun sorumluluğunu, çok büyük ölçüde, hayatını adadığı o barbarca diktatörlük çarpıklığı taşıyor. Radikalizm mirasını Komünizm bozdu ve kirletti. Eğer bugün herhangi bir toplumsal ilerleme büyük anlatısının, siyasî bakımdan ikna edici bir sosyal adalet projesinin olmadığı bir dünyada yaşıyorsak, bunun nedeni Lenin ve mirasçılarının kuyuyu zehirlemiş olması. 

Hobsbawm anılarına coşkulu bir final pasajıyla son veriyor: “Bu tatsız zamanlarda bile silâhsızlanmayalım. Sosyal adaletsizliğe karşı çıkmak ve savaşmak hâlâ gerekli. Dünyanın kendi kendine iyileşmesi olanaksız.”(16) Her bir noktada yerden göğe haklı. Ama yeni yüzyılda iyi şeyler yapabilmek için, işe eskisi hakkında gerçeği söyleyerek başlamamız lâzım. Hobsbawm kötülüğün gözlerinin içine bakmayı ve adını koymayı reddediyor; Stalin’in ve eserlerinin gerek siyasî ve gerekse ahlâkî mirasıyla yüz yüze gelmeyi reddediyor. Eğer gerçekten gelecek nesillere radikal bir bayrak aktarmak istiyorsa, tutacağı yol bu olmamalı. 

Sol, aile dolabındaki Komünizm şeytanıyla yüzleşmekten nicedir kaçındı, kaçınıyor. Anti-anti-komünizm diye bir şey var 1989 öncesinde soğuk savaşçılara, o günden beriTarihin Sonu muzafferiyetine yardım ve destek vermekten kaçınma arzusu. İşte bu anti-anti-komünizmdir ki, İşçi ve Sosyal Demokrat akımlarda siyasî düşünceyi onyıllardır kötürüm etti ve bazı çevrelerde hâlâ da ediyor. Ama Arthur Koestler’in Mart 1948’de Carnegie Hall konuşmasında belirttiği gibi, “İnsanların yanlış nedenlerle doğru şeyler söylemesinin önüne geçemezsiniz… Kendini kötü arkadaşlar arasında bulma korkusu, siyasî bakımdan pirüpak olmanın ifadesi değildir; belirli bir özgüven eksikliğini yansıtır.”(17) 

Eğer Sol o özgüveni tekrar kazanacak ve diz çöktüğü yerden doğrulacaksa, geçmişe dair teskin edici masallar anlatmaya son vermek zorundayız. Hobsbawm’a olanca saygımla birlikte, kendisi bu fikri ne kadar yüzeysel ve basmakalıp bir şekilde reddederse etsin, yirminci yüzyılın sağ ve sol aşırılıkları arasında “temel bir akrabalık” vardı ve bu, söz konusu tecrübeden geçmiş olanlar için son derece aşikârdır. Milyonlarca iyi niyetli Batılı ilerici, ruhunu gidip bir şark despotuna sattı “Şaşırtıcı zırvalık şudur ki,” diyordu Raymond Aron 1950’de, “Avrupa Solu bir piramit yapımcısını Tanrı bellemiş bulunuyor.”(18) Kanun önünde eşitlikten tutun da kamusal hizmetlerden yararlanma hakkına kadar, Sol için önemli olan (ve bugün saldırıya uğrayan) değer ve kurumlar, Komünizme hiçbir şey borçlu değildir. Yetmiş yıllık “gerçekten mevcut Sosyalizm”, insanlığın refahına sıfır katkıda bulundu. Sıfır. 

Belki Hobsbawm da anlıyor bunu. Belki, Britanya Komünist Partisi’nin “eviçi tarihçisi” James Klugmann hakkında dediği gibi, [o da] “neyin doğru olduğunu biliyor ama herkesin önünde söylemekten kaçınıyor.” Doğruysa, bu da pek gurur duyulacak bir kitabe olamaz. Yirminci yüzyıl hakkında az çok bir şeyler bilen Evgenia Ginzburg(19), Moskova’nın Butyrki hapishanesindeki işkence hücrelerinden yükselen çığlıkları, Michelangelo’nun şiirini ezberden tekrar tekrar okuyarak bastırmaya çalıştığını anlatıyor: 

Uyku çok tatlı, daha bile tatlı taş kesilmek.
Bu korkunç dehşet ve utanç çağında,
Üç kere mutlu, ne gören ne hisseden.
Öyleyse bırak beni dinleneyim, huzurumu bölme.(20) 

Eric Hobsbawm çağımızın doğuştan en yetenekli tarihçisi. Ne ki, olanca huzuru ve dinlenmişliği içinde, her nasılsa çağın dehşet ve utancını uykuda geçirmiş bulunuyor. 
ÇEVİREN: HALİL BERKTAY 

Dipnotlar

(1) Interesting Times: A Twentieth-Century Life (New York: Pantheon, 2004). Türkçesi için bkz Tuhaf Zamanlar, çev. Saliha Nilüfer (İletişim Yayınları, 2006). [Orijinal dipnotu genişleten: Halil Berktay.]

(2) Noel Annan, Our Age: English Intellectuals Between the World Wars A Group Portrait (New York: Random House, 1991), 189. [Başlığın Türkçesi: Çağımız: İki Dünya Savaşı Arasında İngiliz Aydınları Bir Grup Portresi. Ekleyen HB.]

(3) Örneğin bkz Raphael Samuel, “The Lost World of British Communism (Part I)” [İngiliz Komünizminin Yitik Dünyası, Bölüm I], New Left Review, no 154 (Kasım-Aralık 1985): 3-53. Samuel burada “kuşatma altında bir örgüt[ün]… yabancı etkilerden kendini yalıtmış, dışarıdakilere karşı saldırgan, içeridekiler içinse koruyucu, komple bir toplum görüntüsü[nü korumasının]” enfes bir portresini çiziyor; “gözle görünür, elle tutulur bir kilise,” diyor Samuel “kurucu babalarından bu yana kesintisiz bir soy kütüğüyle süre gelen, politikalarımız için kutsal kitaplardan sure ve âyet gösteren, aforoz ettiklerimiz için İlk Hıristiyanların dilini kullanan” bir kilise.

(4) Doktrin pirüpaklığı ile siyasî bakımdan esamesi okunmaz olmuşluğun mutlu evliliği sayesinde yüz yıldır ayakta kalan bir partinin iç hayatına ilişkin bir anlatım için, bkz Robert Baltrop, The Monument: The Story of the Socialist Party of Great Britain [Abide: Büyük Britanya Sosyalist Partisi’nin Öyküsü] (Londra: Pluto Press, 1975).

(5)Bkz George ve Weedon Grossmith, Diary of a Nobody [Sıradan Birinin Günlüğü] (Londra, 1892). [Ek bilgi: 19. yüzyıl sonlarında Grossmith kardeşler tarafından kaleme alınan bu komik roman, orta yaşlı, aşağı orta sınıftan kâtip Mr. Charles Pooter’ın hayatından on beş aylık bir dilim üzerine kuruludur. Güldürü unsurları Victoria döneminin sosyal kuralları, Mr. Pooter’ın gafları ve kendi kendine şişinmesi, buna karşılık kendi üstlerinden maruz kaldığı aşağılamalardan kaynaklanır. “Essex İnsanı” ise 1990’lar İngiltere’sinin stereotiplerindendir. Margaret Thatcher’a oy veren “ortalama seçmen” anlatan bir yanı vardır. – Halil Berktay.]

(6) Nisan 1963’te, yani ölümünden kısa bir süre önce Togliatti, Çekoslovak Komünist Partisi genel sekreteri Antonin Novotny’ye yazdığı mektupta, Aralık 1952’deki Rudolf Slansky dâvâsının kurbanlarının kamuoyu önünde “itibarlarının iade edilmesi”nin ertelenmesi için ricacı oldu. Böyle bir açıklama, diyordu Togliatti, “bize karşı azgın bir kampanyanın tetiklenmesine yol açar, bütün o en aptalca ve provokatif anti-Komünist temaları [i temi più stupidi e provocatori dell’anticommunismo] öne çıkarır ve yaklaşan seçimlerde bize zarar verir.” Bu, Togliatti’nin 1950’lerin başlarındaki düzmece duruşmaları savunmada PCI’nin [İtalyan Komünist Partisi’nin] sorumluluğunu örtük olarak kabullenmesi demekti. Bkz Karel Bartosek, Les Aveux des Archives: Prague-Paris-Prague, 1948-1968[Arşivlerin Tanıklığı] (Paris: Seuil, 1996), 372, Ek 28. Daha da genel olarak, bkz Elena Aga-Rossi ve Victor Zaslavsky, Togliatti e Stalin: Il PCI e la politica estera staliniana negli archivi di Mosca[Togliatti ve Stalin: Moskova Arşivlerinde İtalyan Komünist Partisi ve Stalinist Dış Politika] (Bologna: Il Mulino, 1997), özellikle 263 vd.

(7)Sarah Lyall, “A Communist Life with No Apology” [Özürsüz Bir Komünist Yaşam], New York Times, 23 Ağustos 2003.

(8) Bkz benim The Burden of Responsibility: Blum, Camus, Aron, and the French Twentieth Century[Sorumluluğun Yükü: Blum, Camus, Aron ve Fransa’nın Yirminci Yüzyılı] (Chicag University of Chicago Press, 1998) kitabımda, 137-183: “The Peripheral Insider: Raymond Aron and the Wages of Reason” [İçeride ama Kenarda: Raymond Aron ve Aklın Bedeli] bölümü.

(9) Bkz Neal Ascherson, “The Age of Hobsbawm” [Hobsbawm’ın Çağı], The Independent on Sunday, 2 Ekim 1994.

(10)Örneğin bkz Jorge Semprun, The Autobiography of Federico Sanchez and the Communist Underground in Spain [Federico Sanchez’in Otobiyografisi ve İspanya’daki Komünist Yeraltı Faaliyeti] (New York: Karz, 1979): ilk yayınlanışı Autobiografia de Federico Sanchez, Barcelona 1977. Wolfgang Leonhard, Child of the Revolution [Devrimin Çocuğu] (New York: Pathfinder Press, 1979): ilk yayınlanışı Die Revolution entlasst ihre Kinder, Köln 1955. Claude Roy, Nous [Biz] (Paris: Gallimard, 1972). Margarete Buber-Neumann, Von Potsdam nach Moskau: Stationen eines Irrweges[Potsdam’dan Moskova’ya: Yanlış Yoldaki İstasyonlar] (Stuttgart: Deutsche Verlags-Anstalt, 1957).

(11) Kitabın Sarmal ve Everest yayınevlerinden çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak zamanım olmadığı için okurlardan özür dilerim. H.B.

(12) Keza, kitabın İletişim’den çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak zamanım olmadığı için de okurlardan özür dilerim. H.B.

(13) Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “Sovyet” ile ”Parti” arasındaki ayırım ki, yerel Komünistlerin Moskova’dakilerden çok farklı olduğunu (ve dolayısıyla Moskova’dakilerin günahlarından sorumlu olmadıklarını) imâ ediyor. Ama Eric Hobsbawm’ın herkesten daha iyi bildiği gibi, bu tam bir palavra. Lenin’in eski Sosyalist Enternasyonal’den kopmasının temel nedeni, bütün devrimci örgütleri Bolşevik modeline uygun ve Moskova’dan talimat alan tek bir birime dönüştürmekti. Lenin’in 1919-1922 yıllarında Avrupa’nın Sosyalist partilerini bölmek için kullandığı, Komintern üyeliğinin ünlü “Yirmi Bir Şart”ının amacı buydu. Tabii Fransız Sosyalist lideri Paul Faure’ye göre, bunların yanı sıra bir de yazılı olmayan Yirmi İkinci Şart söz konusuydu: Bolşevikler işlerine geldiğinde diğer yirmi bir şartı yok sayabilirler.

(14) Liberalizmin bir alt-varyantı olarak, insanlık tarihinin sürekli ve tedricî bir şekilde daha fazla aydınlanma, özgürlük ve demokrasiye doğru yol aldığı şeklindeki iyimser-kaçınılmazcı yaklaşım, Herbert Butterfield’in 1931’de icat ettiği bir terimle, Historiyografide “Whig Tarihçiliği” olarak anılır [Halil Berktay].

(15)“Mais c’est quoi, la dialectique?”[Peki bu diyalektik nedir ki?] “C’est l’art et la manière de toujours tomber sur ses pattes, mon vieux!” [Dostum, daima dört ayak üstüne düşme tekniği ve sanatıdır!] Jorge Semprun, Quel Beau Dimanche [Ne Güzel Bir Pazar] (Paris: Grasset, 1980), 100.

(16) Bir kere daha, kitabın İletişim’den çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak zamanım olmadığı için okurlardan özür dilerim. H.B.

(17)Arthur Koestler, The Trail of the Dinosaur and Other Essays [Dinozorun İzi ve Diğer Denemeler] (New York: Macmillan, 1955) içinde, “The Seven Deadly Fallacies” [On Ölümcül Mantık Hatâsı], 50.

(18)Raymond Aron, Polémiques [Polemikler] (Paris: Gallimard, 1955), 81.

(19) (Y)evgenia Ginzburg (1906-1977): Kazan Devlet Üniversitesi’nde Leninizm Tarihi doçenti ve bölüm başkanıyken, 1934’te Kirov’un katlini izleyen Stalinist terör dalgası sırasında tutukladı ve NKVD’nin üç yıl süren baskılarına rağmen, “Parti içinde Troçkist gizli örgüt” vb suçlamaları asla kabullenmedi. 1937’de yedi dakika süren gizli bir duruşmayla mahkûm edilip Sibirya’ya postalandı. Stalin’in ölümünden sonra, 1955’te serbest kaldığı ve itibarı iade edildiğinde, Gulag’da 18 yıl geçirmişti. 1967’de bitirdiği hatıraları, ancak Sovyetler Birliği dışında yayınlanabildi [Halil Berktay].

(20)Evgenia Ginzburg, Journey into the Whirlwind [Hortumun Gözüne Yolculuk] (New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1967), 162.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums