- 11.10.2012 00:00
Eric Hobsbawm’ın Interesting Times (Tuhaf Zamanlar) başlıklı otobiyografisi 2004’te yayınlanırken, onunla aşağı yukarı aynı sırada, The New York Review of Books’un Kasım 2003 sayısında, Tony Judt’ın bugün ve yarın bu sayfalarda okuyacağınız kapsamlı bir tanıtma ve eleştiri yazısı çıktı. Judt daha sonra diğerleriyle birlikte bu makalesini de Reappraisals: Reflections on the Forgotten Twentieth Century kitabına aldı ([Yeniden Değerlendirmeler. Unutulmuş Yirminci Yüzyıl Üzerine Düşünceler] Penguin: New York, 2008, 116-128).
Ne kadar zamandır eksiksiz çevirmek istiyordum bu yazıyı. Daha çok Murat Belge, biraz da Nabi Yağcı ile olan bölük pörçük sosyalizm tartışmalarımız açısından büyük, hattâ tâyin edici önem taşıdığı kanısındaydım ve gene de kanısındayım. Kendi köşemde buna bir miktar değindim de. Mazower ve Hobsbawm (14 Ocak 2012): Açılmak, açılmamak; okumak, okumamak (19 Ocak): Judt, Hrant, karmakarışık (21 Ocak) ve Gerçek, arkadaşlıktan önemlidir (25 Ocak) gibi başlıklar altında, Mazower’dan da fazla Judt’ın Hobsbawm’a ve dolayısıyla kendi kendine âşık bir komünizm romantizmine eleştirilerinin haklı ve doğru olduğuna; sosyalizmin bitmişliği ile ayrı bir ekol olarak Marksist tarihçiliğin bitmişliğinin de birbirine paralel seyrettiğine işaret etmeye çalıştım. 1 Mayıs 1977 tartışması daha sonra çıktı ama, Judt’ın burada Komünistliğin iç yalanları (veya partisel yalan) hakkında yazdıklarının, o efsaneyi sürdürme tavrını da canevinden vurduğu kanısındayım.
Tony Judt 2010’da, henüz 63’ünde; Eric Hobsbawm ise daha geçen hafta, 95’inde hayata gözlerini yumdu. Kısmet buymuş, bugüneymiş. Judt öldüğünde ağlamamıştım. Hobsbawm’ın öldüğünü duyunca babam ve kendi hayatımın bir parçası ölmüş gibi oldum; bu yaşımda kendimi tutamayıp hem de epey ağladım. Öte yandan, olanca büyüklüğü içinde Eric Hobsbawm’ı, kendisinden otuz küçük yaş küçük Tony Judt’ın bu eleştirisiyle anmanın, adalet ve hakkaniyete ve tarihin hükmüne uygun olduğu kanısındayım.
Eric Hobsbawm dünyanın en tanınmış tarihçisi. 1994’te yayınlanan Age of Extremes (Aşırılıklar Çağı) Çinceden Çekçeye kadar düzinelerle dile çevrildi. Anıları Yeni Delhi’de çoksatan oldu; Latin Amerika’nın — özellikle Brezilya gibi — bazı köşelerinde, kültürel bir halk kahramanı mertebesinde. Ününü fazlasıyla hak ediyor. Uçsuz bucaksız bilgi kıtalarına rahat bir özgüvenle hükmediyor — Cambridge’te mensup olduğu kolejdeki danışmanı, bir gün bana, Eric Hobsbawm’ın karşısına çıkan ve ders verdiği gelmiş geçmiş en zeki lisans öğrencisi olduğunu söyledikten sonra şöyle devam etmişti: “Tabii, öğrettiğim söylenemez aslında — öğretmesi mümkün olmayan biriydi. Eric zaten biliyordu her şeyi.”
Hobsbawm sadece başka tarihçilerden daha çok şey bilmekle kalmıyor. Daha da iyi yazıyor üstelik: nisbeten genç bazı İngiliz meslekdaşlarının “teorik” vıdı vıdıcılığına ya da kantarın topuzunu kaçıran narsist belâgat gösterilerine zerrece yer vermeksizin (ve kalabalık lisansüstü araştırmacı gruplarına da itibar etmeksizin — bütün okumalarını kendisi yapıyor). Üslûbu net ve tertemiz. Bir zamanlar İngiliz Komünist Tarihçiler Grubu’ndan arkadaşı olan E. P. Thompson, Raymond Williams ve Christopher Hill gibi, Hobsbawm da İngiliz nesrinin ustalarından. Okumuş okuyucular için, anlaşılır bir tarih yazıyor.
Otobiyografisinin (1) başları, belki de Hobsbawm’ın yazdığı en güzel sayfalar. Hiç değilse, en yüksek dozda kişisel sayfaları olduğu kesin. Biri Londra’nın East End’inden [şehrin görece aşağı sınıf Doğu Ucu’ndan - ç.n.], diğeri Habsburg Avusturya‘sından olan babası ve annesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız Zürich’de tanışıp evlenmişlerdi. İki çocuklarından büyüğü olan Eric, 1917’de İskenderiye’de doğduysa da, ilk anıları ailenin savaş sonrasında yerleştiği Viyana’da başlıyor. Habsburgsonrasının yoksul, güdükleşmiş Avusturya’sında, iki yakalarını zar zor bir araya getirmeye çalışıyorlar. Eric on birindeyken, “ya para kazanmak veya ödünç almak uğruna şehirde attığı giderek daha umutsuz turlardan birinden” dönen babası, 1929’un kaskatı donmuş bir Şubat gecesi kapı eşiğine yığılıp ölüyor. Bir yıl geçmeden annesine akciğerlerinden hasta olduğu teşhisi konacak; aylar boyu hastane ve sanatoryumlarda tedavi görecek ama nafile; 1931 Temmuz’unda o da vefat edecek. Oğlu on dördüne yeni girmiş, o sırada.
Eric Berlin’e, teyzelerinden birinin yanına gönderiliyor. Alman demokrasisinin can çekişmesini anlatışı büyülüyor insanı — “Titanik’teydik ve buzdağına çarpmakta olduğumuzu herkes biliyordu.” Genç Hobsbawm, Weimar Cumhuriyeti’nin umutsuz siyaset girdabına yakalanmış bir Yahudi yetimi. Gittiği lisede (Gymnasium‘da) Alman Komünist Partisi’ne (KPD) katılıyor. Stalin’in KPD’ye empoze ettiği, Nazilere değil Sosyal Demokratlara saldırmak biçimindeki bölücü intihar stratejisine birinci elden tanık oluyor. Berlin Komünistlerinin cesur hayalleri ve ümitsiz yürüyüşlerine katılıyor. Ocak 1933’te, kızkardeşini okuldan alıp eve getirirken Hitler’in şansölyeliğe atandığını gazete tezgâhlarından öğreniyor. Viyana’daki çocukluğunun anlatımı gibi Berlin öyküleri de, insanın içine işleyen kişisel anıları ile bir tarihçinin iki savaş arasında Orta Avrupa’da yaşam üzerine düşüncelerini, hiçbir kopukluğa yol açmaksızın birbirine örüyor, iç içe geçiriyor: “Yirminci yüzyılın Orta Avrupa’daki ‘Felâketler Çağı’nı yaşamamış olanlar için, asla sürmesi beklenmeyen bir dünyada, hattâ bir dünya bile denemeyecek, ancak ölmüş bir geçmiş ile henüz doğmamış bir gelecek arasında yer alan geçici bir istasyon diye tarif edilebilecek bir şeyin içinde varolmanın ne demek olduğunu anlamak, kolay olmasa gerek.” Sırf bu ilk yüz sayfa bile, kitabın fiyatına rahatlıkla değer.
Hobsbawm ailesinin çocukları İngiltere’ye gönderiliyor (Britanya pasaportları ve Londra’da akrabaları var). Olağanüstü yetenekli ve yaşına göre çok ileri olan Eric, iki yıl içinde İngilizce öğrenime geçişin üstesinden geliyor ve Cambridge Üniversitesi’nin King’s College’ında tarih okumak için Herkese Açık Burs’lardan birini kazanıyor. İngiliz seçkinler zümresine ömür boyu sürecek yükselişi de orada, lisans sınavlarındaki çarpıcı başarıları ve Apostles‘a seçilmesiyle [Havariler - ç.n.] başlıyor (üyelerini kendisi seçerek varlığını sürdüren bu Cambridge “gizli derneği”nin Hobsbawm’dan önceki üyeleri arasında, Wittgenstein, Moore, Whitehead, Russell, Keynes, E. M. Forster ve “Cambridge casusları“ Guy Burgess ile Anthony Blunt da yer alıyordu). King’s College’da Hobsbawm’ın çağdaşı olan Noel Annan, lisans öğrenciliği yıllarındaki Hobsbawm’ı “hayret verici derecede olgun, tepeden tırnağa Parti’nin güncel siyaset yorumuyla donanmış, âlim [erudite - ç.n.] olduğu kadar fasih [fluent - ç.n.], akranlarından herhangi biri hangi kıyıda köşede kalmış konuda bir seminer ödevi yazmaya kalkacak olursa olsun, o mesele hakkında bir görüşü olacak kadar donanımlı” diye anlatıyor(2).
Savaştan sonra, Hobsbawm’ın siyasî görüşleri İngiliz akademik kariyerinin formel basamaklarını birer birer çıkmasını yavaşlattı; eğer Komünist Partisi’ne üye olmasaydı, muhtemelen daha genç bir yaşta seçkin bir kürsü sahibi olurdu. Gene de — Primitive Rebels‘dan [İlkel İsyancılar] The Age of Capital‘a [Sermaye Çağı], Industry and Empire‘dan [Sanayi ve İmparatorluk] The Invention of Tradition‘a [Geleneğin İcadı] — her yeni kitabıyla ulusal ve uluslar arası ünü büyümeye devam etti. Emekliliğinde, kariyeri şan ve şerefle taçlandırıldı: Her yerde konuşma verdi; yığınla onur doktorası aldı; İngiltere Kraliçesinin Şeref Refakatçileri’nden [Companion of Honor - ç.n.] biri oldu.
Yıllar boyu yaptığı yolculuklar sayesinde Hobsbawm kendini çok ilginç bazı durumlarda buldu: Halk Cephesi’nin doruğunda olduğu Paris’teki 1936 Bastille Günü kutlamaları sırasında, Sosyalist Parti’ye ait bir haber kamerası kamyonunun üstüne çıktı (öyle bir fotoğrafı var, neredeyse yetmiş yılın ötesinde, ama inanılmaz derecede tanıdık). İspanya İç Savaşı’nın ilk başlarında, kısa süreyle Katalonya’ya geçti. Bir seferinde Havana’da Che Guevara’nın — irticalen — tercümanlığını yaptı. Otobiyografisinde, Latin Amerika, İspanya, Fransa ve — özellikle — İtalya’daki seyahat ve dostluklarından, zorlama olmayan bir coşkuyla söz ediyor. İngiliz tarihçilerinin — ve ilk başta aralarında yer aldığı İngiltere tarihçilerinin — çoğunun aksine, Hobsbawm sadece çok-dilli değil aynı zamanda referans noktaları bakımından içgüdüsel olarak kozmopolit oldu. Anıları, yakın ailesi ve aşkları hakkında insana hoş bir tazelik hissi verecek derecede ketum; buna karşılık kamusal dünyasını meydana getiren erkek ve kadınlarla dolu. Uzun ve verimli bir yirminci yüzyıl yaşantısına tanıklık ediyorlar.
Ama eksik olan bir şey var. Eric Hobsbawm sadece Komünist olmuş değildi — öylesinden İngiltere’de bile çok var. Altmış [öldüğünde yetmiş - ç.n.] yıl süreyle Komünist kaldı. Britanya’nın küçücük Komünist Parti’sindeki üyeliğinin, ancak Tarih temsil etmiş olduğu dâvâyı kesinlikle gömdükten sonra, kadük olmasına izin verdi. Ve bir ara Komünizmin büyüsüne kapılmış olan hemen bütün diğer aydınlardan farklı olarak Hobsbawm’da hiç pişmanlık belirtisi yok. Hattâ öyle ki, bir yandan Komünizmde somutlanan her şeyin toptan yenilgisini teslim ettiği halde, diğer yandan, 80’inden 90’ına giderken hiç gözünü kırpmadan “Ekim Devrimi’nin rüyası benim içimde bir yerde hâlâ yaşıyor” diyor; bunda israr edebiliyor.
Tahmin edilebileceği gibi, ömrünü adadığı Komünizmden “dönmeme” konusundaki bu tâvizsiz inattır ki kamuoyunda pek çok yoruma konu oluyor. Niçin arkadaşlarınızın büyük çoğunluğu gibi partiden 1956’da, Sovyet tankları Macar ayaklanmalarını ezdiğinde ayrılmadınız, diye soruluyor Hobsbawm’a sayısız mülâkat sırasında. 1968’de Kızıl Ordu Prag’a girdiğinde niçin ayrılmadınız ? Niçin (Hobsbawm’ın son yıllarda birkaç kere öne sürdüğü gibi) eğer sonuç biraz daha iyi olsaydı Stalin döneminin insan hayatları ve acılarıyla ölçülen bedelinin ödemeye değer olmuş olacağına inanmaya devam ediyorsunuz ?
Hobsbawm bu tür bütün sorgulamalara muntazaman ama azıcık bezgin bir tavırla cevap verirken, bazen, insanların Komünist geçmişine bu kadar takması karşısında yukarıdan bakan bir sabırsızlığı da hafifçe hissettirmekten geri durmadı. Ne ki, bu soruya kendisi çanak tutuyor. Kendi anlatımıyla, hayatının büyük bölümünü Komünizme vermiş. Otobiyografisinde o kadar sürükleyici bir şekilde söz ettiği insanların çoğu Komünist. On yıllar boyu Komünist yayınlar için yazmış ve parti toplantılarına katılmış. Başkaları partiyi terk etmiş ama o kalmış. Sadakatini uzun uzadıya tasvir ediyor, ama hiç açıklamıyor.
Hobsbawm’ın Komünizme bağlılığının Marksizmle pek bir ilgisi yok. Onun için “Marksist bir tarihçi” olmak, “tarihsel” veya yorumlayıcı dediği bir yaklaşımı olmaktan ibaret. Hobsbawm’ın gençliğinde, siyasal olayların anlatımına kıyasla daha geniş açıklamalara yönelmek, ekonomik nedenleri ve toplumsal sonuçları vurgulamak radikal ve ikonoklastik bir tavırdı — Marc Bloch’un Annales grubu da Fransız tarihçiliğine benzer değişimleri dayatıyordu. Günümüzün historiyografi tablosu öyle ki, bu tür kaygılar aşikâr, hattâ muhafazakâr kaçıyor. Üstelik, New Left Review‘daki Gramsci epigonlarından farklı olarak Hobsbawm, Avrupa anakarasına özgü Marksizm-içi tartışmalara ve teori denemelerine de hep tipik bir İngiliz ilgisizliği içinde oldu; eserlerinde bunları hemen hiç yansıtmıyor.
Hobsbawm versiyonunda, bizzat Komünizmi bile belirli bir yere raptetmek hiç kolay değil. Anlatımından, Komünist olmanın nasıl bir his olduğu hemen hiç çıkmıyor. Hemen her yerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünistler vakitlerinin büyük bölümünü ajit-prop’la — parti yayınlarını satmakla, seçimlerde parti adayları için halkla bire bir konuşmakla, gerek hücre toplantılarında gerekse kamuya açık tartışmalarda “genel çizgi”yi yaymakla, toplantı organize etmekle, miting ve gösteri planlamakla, grev kışkırtmakla (veya önlemekle), cephe örgütlerini manipüle etmekle vesaire geçiriyordu. Sıradan, rutin, çoğunlukla sıkıcı ve bıktırıcı işlerdi bunlar; vefa ve görev duygularıyla yapılıyordu. Şimdi aklıma gelen neredeyse istisnasız bütün Komünist ve eski Komünist anılarında bu gibi meseleler çok geniş yer tutar — kaldı ki, böyle kitapların en ilginç yanı da bunlardır genellikle, çünkü bu rutinler çok zaman alıyordu ve çünkü eninde sonunda bunlar parti hayatının ta kendisiydi.(3)
Ama kendisinin de açık seçik belirttiği gibi, Eric Hobsbawm hiç hoşlanmamış bu tür yerel örgüt çalışmalarından. Bunun tek istisnası, lise öğrenciliği yıllarında SA kahverengi gömleklilerine meydan okumak pahasına 1933 Mart seçimlerinde halkın arasına girip (aslında ölüme mahkûm olan) KPD’ye oy çağrısında bulunmak gibi gerçekten tehlikeli bir işe girmiş olması. Buna karşılık sonraki yıllarda kendini tamamen “akademik veya entellektüel çevreler” içinde çalışmaya hasrettiğini görüyoruz. 1956’dan sonra ise, “Parti’nin, kendi içinde reform yapamadığı için artık ülkede uzun vâdeli bir siyasî geleceği olamayacağına kanaat getiren” Hobsbawm, (bizatihî partiyi değilse de) Komünist aktivizmi bırakıyor. Dolayısıyla anılarından, bir yaşam tarzı ve hattâ bir siyaset tarzı olarak dahi Komünizm hakkında hiçbir şey öğrenemiyoruz.
Ne ki, bir mikro-toplum olarak partiden bu uzaklık, Hobsbawm’ın karakterine son derece uygun. Her ne kadar gene kendisi “o karanlık yılların duygusal yaralarını benim de üzerimde taşıdığıma hiç kuşkum yok diyorsa da, gençlik travmaları ile yetişkin duruşları arasında ne tür bağlantılar olduğuna ilişkin spekülasyon biraz boş kaçar. Ama açık ki Hobsbawm dünya ile arasına hep belirli bir mesafe koymuş; kendi ifadesiyle, “entellektüalizmi[m] ve insanlar âlemiyle pek ilgilenmeyişi[m]” ona trajediler karşısında kalkan olmuş. Bu, Eric Hosbawm’ın çok iyi bir sohbet arkadaşı olmasını ve bundan keyif almasını engellememiş. Ama galiba belirli bir empati yoksunluğunu açıklıyor: Eski yoldaşlarının ne coşkusu ne de suçları fazla etkiliyor Hobsbawm’ı. Başkaları partiyi umutsuzluk içinde terk etmiş çünkü parti onlara çok şey ifade edegelmiş. Hobsbawm ise partide kalabilmiş çünkü en azından günlük hayatı açısından hemen hiçbir şey fark etmemiş.
Lâkin bambaşka bir açıdan baktığımızda Eric Hobsbawm, kendilerini [dâvâya] çok daha canıgönülden adayan pek çok çağdaşına kıyasla Komünist kalıba çok daha iyi oturuyor. Modern Avrupa Solunun tarihinde, her şeyi içine çekip soğuran birçok mikro-toplum oldu. Sadece İngiltere’de, Büyük Britanya Sosyalist Partisi’ni, Bağımsız İşçi Partisi’ni, Fabiancıları, çeşit çeşit Sosyal Demokrat ve anarşist federasyonları ile tabii Troçkistleri ve sair çağdaş “Eski Mümin”leri sayabiliriz. (4) Ne ki, başka yerlerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünist Partisi bütün bunlardan, otorite ilkesiyle, hiyerarşiyi kabullenişle ve düzen tutkusuyla ayrılıyordu.
1. Interesting Times: A Twentieth-Century Life (New York: Pantheon, 2004). Türkçesi için bkz Tuhaf Zamanlar, çev. Saliha Nilüfer (İletişim Yayınları, 2006). [Orijinal dipnotu genişleten: Halil Berktay.]
2. Noel Annan, Our Age: English Intellectuals Between the World Wars — A Group Portrait (New York: Random House, 1991), 189. [Başlığın Türkçesi: Çağımız: İki Dünya Savaşı Arasında İngiliz Aydınları — Bir Grup Portresi. Ekleyen HB.]
3. Örneğin bkz Raphael Samuel, “The Lost World of British Communism (Part I)” [İngiliz Komünizminin Yitik Dünyası, Bölüm I], New Left Review, no 154 (Kasım-Aralık 1985): 3- 53. Samuel burada “kuşatma altında bir örgüt[ün]... yabancı etkilerden kendini yalıtmış, dışarıdakilere karşı saldırgan, içeridekiler içinse koruyucu, komple bir toplum görüntüsü[nü korumasının]” enfes bir portresini çiziyor; “gözle görünür, elle tutulur bir kilise,” diyor Samuel — “kurucu babalarından bu yana kesintisiz bir soy kütüğüyle süre gelen, politikalarımız için kutsal kitaplardan sure ve âyet gösteren, aforoz ettiklerimiz için İlk Hıristiyanların dilini kullanan” bir kilise.
4. Doktrin pirüpaklığı ile siyasî bakımdan esamesi okunmaz olmuşluğun mutlu evliliği sayesinde yüz yıldır ayakta kalan bir partinin iç hayatına ilişkin bir anlatım için, bkz Robert Baltrop, The Monument: The Story of the Socialist Party of Great Britain [Abide: Büyük Britanya Sosyalist Partisi’nin Öyküsü] (Londra: Pluto Press, 1975).
Yorum Yap