- 4.10.2012 00:00
Benim bir derdim, jüri sisteminin olası kültürel sonuçlarıyla ilgili.
İngiltere ve (İngiliz toplumunun bir uzantısı olarak) ABD’de, ortaçağdan yeniçağa, sonra 19. ve 20. yüzyıla siyaset ve hukuk öyle evrildi ki, nasıl kralın yanına parlamento erken bir aşamada yerleştiyse, jüri de hayli erken bir aşamada mahkeme salonuna yerleşti ve yargı sürecini de küçük ölçekli bir parlamentoya; bir tür parlamenter tartışmaya, halkın hakem rolü oynadığı bir münazaraya dönüştürdü. (Ya da belki tersten, parlament “en büyük konuşma mekânı, jüri veya mahkeme” oldu diyebiliriz.)
Özetle, jüri toplumsal vicdanı temsilen oradaydı oradadır ve iddia makamının da, savunmanın da, öncelikle ortada bir suç olup olmadığı konusunda jüriyi ikna etmesi gerekir. Müsnet suç var/yok hükmünü jüri verir; var demişlerse ilgili kanun maddesine göre cezayı mahkeme (yargıç) biçer. Dolayısıyla ağırlık, doğrudan devleti (= hâkimi/hâkimleri) değil, jüriyi (= halkı) ikna edip etmemeye kayar. Savcı(lar) ve savunma avukat(lar)ı, bunun için kendi delil ve tanıklarını sunar; gene bunun için çıkıp uzun uzadıya konuşurlar. Bu da üst düzey iletişim becerilerini açıklayabilmeyi, anlatabilmeyi, meseleleri net ve mantıklı bir şekilde ifade edebilmeyi gerektirir. Zamanla sistemin tamamına ve hukuk öğrenimine bu icaplar siner, yerleşir; kötü yazan ve konuşan savcı ya da avukat diye bir şey kalmaz; önemli ve gerçekten ilgi uyandıran herhangi bir dâvâ da olmaz ki sona erdiğinde, hele bugünün şeffaflık düzeyinde, kamuoyu ne olup bittiği hakkında az buçuk bilgilenmemiş olsun.
Bu karşılaştırmalı zeminde, bizde yargının ne gibi sorunlarla malûl olduğunu görmek zor olmasa gerek. Türkiye’de ceza yargısı, devlet, halk ve sanık(lar) arasında değil, sırf devlet ile sanık(lar) arasında geçer. Jüri olmadığı gibi, mahkeme salonu her haliyle sivil toplumun bir parçası değil Adalet Bakanlığı’nın bir şubesi, bir devlet dairesi olduğu mesajını verir. Asık suratlı ve korkutucu bir yerdir; heyet kimseyle “diyalog” kurmaya yatkın bir üslûp kullanmaz (herhalde bu olasılığı aklından dahi geçirmez): başkan tek-yanlı bir buyurganlıkla herkese “sen” diye hitap etmeyi nedense olağan görür.
Sonuçta, sadece ve sadece (devleti temsilen) mahkemeyi ikna etmek önemlidir. Tersten bakarsak, mahkeme de sanıkları ve avukatları veya onların şahsında kamuoyunu ikna edip etmemekle ilgilenmez. Bu yüzden, çoğu durumda sanıkları sorgulamayı da ciddî tutmayabilir. Kendisi dosyayı ve delilleri biliyor ya; gerisinin ne önemi var ? Şu veya bu sanığı alenen tutarsızlığa düşürmüş; ister iki farklı ifadesi, ister onun ve başkalarının ifadeleri, ister kendi ifadeleri ile maddî deliller (bantlar, disketler) arasındaki çözümleri yüzüne vurmuş veya vurmamış; kime ne ? Pekâlâ böyle “şahsî didişme”lere hiç girmeyip büyük ölçüde “dosya incelemesi” üzerinden karar verebilir; zaten gerisi, Yargıtay’la kendisini (yani gene devletin iki daire veya kademesini) ilgilendirir. Benzer bir üşengeçlik savcılığa dahi sirayet eder. Çok tipik olarak, delilleri tartışmaksızın kanaat bildirirler. Diyelim tahliye talepleri karşısında, dosyada ne var ne yok doğru dürüst belirtmek yerine, “delil durumu”na genel ve müphem bir atıfla bir kalıbı tekrarlamakla yetinirler.
Bilinçli veya (muhtemelen) bilinçsiz bu tavır, kullanılan dille ve iletişim becerileriyle (daha doğrusu beceriksizlikleriyle) de iç içedir. Aynen böyle; her şeyin kalıplar ve başı sonu belirsiz cümlelerden ibaret olduğu, herhalde Ahmet Cevdet Paşa’dan ve Mecelle’den kalma garip bir üslûp söz konusudur. Anlaşılmak değil anlaşılmamak üzerine kuruludur. Kendi başına afsunlu bir devlet gizemidir. Zaman zaman, sözcükleri itibariyle öztürkçeleştirilir. Ama o içinden çıkılmaz cümle yapısı hep aynı kalır. Hukuk fakültelerinde genç avukat, savcı ve yargıç adayları demokrasi ve özgürlüğe karşı işlenmiş suçlar bilinci ve sorumluluğuyla değil, devlete karşı işlenmiş suçlar zihniyetiyle yetişirler; bu bir (ki bu da elbet bir yerinden, “liberalizm” tartışmasıyla da ilgilidir). Devleti değil toplumu, halkı, kamuoyunu enforme ve ikna etmek bilinciyle ve buna uygun bir kültür derinliğiyle yetişmezler; iki. Bu da işte şu “Balyoz” yargılamasından apaçık ortadadır.
Jüri sistemi olsa her şey düzelir mi, o da ayrı mesele. Hele Türkiye’de ve bu dar hamlık düzeyinde, “Mississippi tarzı bir yerel yargı”ya da yol açabilir kuşkusuz. Ben sadece, mevcut “halksız yargı” sisteminin bazı sonuçlarından söz ediyorum. BBC’nin Hard Talk programını izler misiniz ? O haftalarca çalışıp hazırlanmış, muhatabının üzerine otuz yıldır söyleyip yaptığı her şeyi hatırlatarak giden yırtıcı spikerleri, bizim panel moderatörlerimizin tembelliği ve yumuşak olurculuğuyla karşılaştırdınız mı hiç ?
İddia ediyorum ki bu delil yığınlarıyla, Amerikan tarzı hukuk öğrenimi görmüş bir savcı ve yargıçlar grubu gelsin ve o biçim sorgulama yapsınlar hiçbir mugalata sökmez, Balyoz ve Ergenekon sanıkları beş dakikada duman olur, kimsenin de aklında en ufak tereddüt kalmazdı.
Yorum Yap