- 6.06.2012 00:00
BUNDAN tam kırk yıl önce, birazdan evleneceğim refakatçimle birlikte kürtajın Batı Avrupa ülkelerinde serbest bırakılması için miting üstüne mitinge katılıyordum.
Koyu Katolik olan müstakbel kayın validem ve kayın pederim de kızlarını baştan çıkartan bu sapkına, bu zındığa, bu barbara diş biliyorlardı. Nikâh az daha suya düşecekti.
ÇÜNKÜ ben her kadının, daha ötesi her dişi mahlûkatın yaratılış fıtratında kendi bedenine hükmetmek, yani üremeye müdahil olmak içgüdüsünün yattığına inananlardanım.
Nitekim veteriner tababetinden biliyoruz ki memeli hayvanlardan bir bölümü şu veya bu doğal engelden ötürü cenini istemedikleri takdirde düşük yapmak fizyolojisine sahiptirler.
Öte yandan bütün antropolojik, etnografik ve arkeolojik bulgular aynı düşük yapma refleksinin belki insanlık tarihi kadar eskiye uzandığını ortaya koyuyor.
Değişik coğrafya ve uygarlıklarda sedefotunun, adaçayının, yaban kekiğinin veya miskotunun dünden bugüne kocakarı ilacı olarak süregelmesi tabii ki tesadüf oluşturmuyor.
Bu takdirde de kürtajın aforozundaki nedeni din kültürlerinde aramamız gerekiyor.
AYRINTIYA girmiyorum ama şu kesin: Pagan veya semavi tüm inanç sistemlerinin kürtajı reddeden tavrı yine yaradılışın doğasında mevcut olan en hayati dürtüden kaynaklanır:
Nesli sürdürmek! İlelebet sürdürmek!
Ve, yasağın farklı dinlerde “canlıya saygı” diye teorize edilerek kutsalla donatılması da aynı içgüdünün tezahüründen başka bir şey değildir! İlk bakışta da sonsuz meşrudur.
Oysa ortaya tekrar hayatın doğasında mevcut olan o ikilem çıkıyor:
Üremek içgüdüyle dişinin aynı üreme sürecine hükmetmek içgüdüsü arasında çelişki!
Bu çelişki havyanda tabii, insanda ise ruhi ve maddi engellerden ötürü doğabiliyor.
Zaten de cenine müdahil olmak durumu, yani kürtaj işte burada soruna dönüşüyor.
Ama kuşkusuz, velev ki ancak bilinçaltında hissediyor yahut itiraf etmiyor olsun, her dişi kendi iradesiyle gerçekleştirdiği her düşükte ve her kürtajda vahim bir yenilgi, vahim bir başarısızlık, vahim bir travma yaşamış oluyor. Hem sebep, hem de sonuç olarak yaşıyor!
Fakat arzusu hilafına onu üremeye zorlamak yukarıdaki canlı fıtratına aykırı olduğu için de, ancak ve mutlaka nihai çözüm olmak kaydıyla kürtaj ehven-i şer çareyi oluşturuyor.
YUKARIDAKİLERDEN anlaşılacağı gibi Başbakan Erdoğan’la neden zıt kutupta yer aldığım açıklama gerektirmiyor. Oysa aynı zamanda da onun yaklaşımını yadırgamıyorum.
Zira AKP önderi aslında Müslüman, Hıristiyan, Budist, bütün muhafazakâr inançlı ve kimlikli siyasetçilerin, felsefecilerin, teologların vs. ortak diliyle konuştu ve konuşuyor.
Alın Kahire’deki El-Ezher ulemasının kelâmını; alın Roma’daki Vatikan ruhbanının vaazını; alın Delhi’deki Hindutva merkezinin retoriğini, hepsi öz itibariyle kürtaj konusunda aynı tutumu sergilerler. Aynı kutsaldan hareket ederler ve aynı diskuru tekrarlarlar.
Fakat heyhat ki şu da doğru: Başbakan’ın “cinayet” sözünü ve husumet üslubunu kullanan kesim artık Madrid’deki Opus Dei tarikatı yahut Derin Amerika’daki Mormon Kilisesi gibi geleneksel muhafazakârların bile hanidir uzak durduğu kurumlarla sınırlı kalıyor.
İMDİİ, gördük ki Türkiye’deki son tartışma da esas olarak evrensel bir muhafazakârlık-liberallik veya metafizikçilik-rasyonalitecilik çelişkisine oturuyor.
Ve çelişki hayatın kutsallığına ilişkin zıtlaşmadan değil, sözkonusu kutsalın nerede ve nasıl başladığına; artı, buna kimin karar verdiğine dair zor ve çetrefil sorudan kaynaklanıyor.
Kendi cevabı ilettim: Sevdiğim için değil, her dişinin üreme veya ürememe iradesini o hayattaki insani fıtrat olarak algıladığım için kürtaj hakkını doğal ve meşru addediyorum!
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap