- 14.10.2015 00:00
ANKARA katliamını ve vahşet derecesini nasıl açıklayabiliriz?
Coğrafyayla, yani aslında “medeniyet coğrafyası” tercihiyle açıklayabiliriz.
***
O coğrafya tabii ki değişmez! Sağımızda Çekoslovakya, solumuzda İsviçre yok!
Aşağımızda Suriye var, Irak var, İran var. Yanımızda ise Ye’cüc Me’cücler diyarı var.
Güneşimiz de Bohemya ovalarından ve Südet yamaçlarından doğmuyor. Fırat ve Dicle ise sınırımızdan çıktıktan sonra Tuna’nın yahut Vltava’nın yumuşak vadilerini kat etmiyor.
Hazin çölleri, bereketsiz kıraçları ve Bedevi çadırları şöyle bir ıslatmakla yetiniyor.
Üstelik bu kaprisli ve delişmen ırmakların üzerinde nehir seyrüseferine tâbi mavna ve salapuryalar değil, hâlâ Nuh tufanından kalma ve hayvan postundan şişirme “kelek”ler işliyor.
Tüm bunlar da bölge insanının dokusunu ve ruhiyatını mutlak ölçüde belirliyor.
Ve yukarıdaki coğrafyayla olan ortaklığımız da bizi az- çok Ortadoğulu kılıyor.
Ancak dikkat, yine de tamı tamına değil!
***
BÜTÜN semavi dinlerin beşiği olan o Ortadoğu ki çağımızın çıbanbaşıdır.
Yeryüzündeki hiçbir bölge orası kadar uzun müddet dünyaya kabak tadı vermedi.
Bunu yukarıdaki unsurlara ek olarak ve özellikle de İslam babında, ama aslında hangisi olursa olsun, inanç sistematiklerini modern ideolojiye dönüştürmek fanatizmiyle açıklayabiliriz.
Fakat maksadım böyle bir açıklamaya girmek değil… Sadece saptamakla yetineceğim.
Artı, Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nda ve aslında bir aşağılamadan ziyade bir tespit olarak yaptığı “yalan söylemek Şark’ta ayıp değildir” sözünü eklemeden de geçemeyeceğim.
***
YUKARIDA, nesnel coğrafyanın Türkiye’yi de az çok Ortadoğulu kıldığını kaydettim.
Fakat hemen arkasından “yine de tamı tamına değil” diye kasten vurguladım.
Zira mirasçısı olduğumuz imparatorluğun kalbinin hep Rumeli’de atmış ve Cumhuriyet kadrolarının da esas itibariyle “suyun öteki yakasına” mensup olmuş olması zaten bir yana…
Bunların dışında, en azından Tanzimat’tan beri belirlediğimiz “ana rota” hiçbir zaman “yalan söylemenin ayıp addedilmediği Şark’a”, yani Ortadoğu’ya meyletmedi.
Bir medeniyet tercihi, en azından bir “uygarlık değerleri uzlaşması” olarak, zaten düne kadar “bizim” saydığımız Tuna’nın kaynağına yöneldik. Daima bu iradeyi beyan ettik.
Cumhuriyet de sözkonusu tercihi kesinkes pekiştirdi.
Ve yine kesinkes, doğru yaptı!
Kabul, gereksiz aşırılıklara kaçtı, şekilciliğe önem verdi, zoraki uygulamalar dayattı ve reddimiras yanılgısına düştü ama öz itibariyle sonsuz doğru, akılcı ve gerçekçi bir tercih yaptı!
**
ÖYLE ve zaten Ankara katliamı da bunu tekrar ortaya koyuyor. Somut ispatını sunuyor.
Çünkü yukarıdaki katliam Erdoğan’ın ve AKP hükümetlerinin hem eski yanlışları düzelteceğim, hem de “iman ettiğim din sistematiğiyle bütünleşeceğim” diye Türkiye’yi tedricen “Ortadoğululaştırmak” çabasından ve pratiğinden bağımsız düşünülemez.
Nesnel coğrafyayı öznel olarak izafileştirerek Ortadoğu’yla kendisi arasına mesafe koymuş; bu sayede de şimdiki El Kaide, IŞİD vs. türünden şer tohumlarının kendi toprağına sirayet etmesini ve yeşermesini uzun müddet engellemiş geleneksel cumhuriyet politikalarının aksine, iktidarın uyguladığı o “bütünleşme siyaseti” eninde sonunda varacağı yere götürdü.
Dolayısıyla tedbir ve müsamaha zaafı yalnız buzdağının görünen yanını oluşturuyor.
Esas sorumluluk doğru, akılcı ve gerçekçi bir seçimi zıt yöne kaydırmakta yatıyor.
Yani sorun nesnel coğrafyada Ortadoğulu olmaktan değil, “medeniyet coğrafyası” tercihinde de Ortadoğululaşmaktan kaynaklanıyor ki, Ankara Garı’nda bunun kanı fışkırıyor!
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap