- 29.11.2014 00:00
POLİSİYE romanlarla aram yoktur. Ezelden beri de pek olmadı.
Belki meraklı kumkuma sabırsızlığımdan, belki de hayal dünyamın sığlığındandır...
Ama her halükârda Frenk ukalalar gibi gar edebiyatı diye burun kıvırdığımdan değil!
Bu tür kitap yazarlarının da kıymetini bilecek kadar mürekkep yalamışlığım var...
***
ARAM yoktur dedim ama tabii ki çocukluğumda herkes gibi ben de Arsen Lüpen ve Mayk Hammer’leri, ergenliğimde ise Agatha Christie’leri hatmetmiştim.
Ancak işte orada kaldı. Sonraki yıllarda böylesine kitaplar edindiğimi hatırlamıyorum.
Zaten de geceleri “kafa boşaltmak” (!) için polisiye okumak yerine hep karın ağrısı şeylerde ısrar ettiğim için yastık refakatçilerimden epey zılgıt yemişliğim vardır.
Fakat Manuel Montolban istisna oluşturuyor. Sanırım onun bütün ciltlerini devirdim.
Bu ayrıcalık hem kahramanı Pepe Carvalho’ya duyduğum derin sempatiden, hem de Katalan yazarın geri planda siyasi- toplumsal bir atmosfer kurgulamasından kaynaklandı.
Buna bir de Pepe’nin oburluğunu eklemek gerekiyor. Her ne kadar yüzüme gözüme bulaştırsam bile ona özenip tarifine uygun işkembeli nohut pişirmeye kalkıştığım dahi oldu.
***
NEYSE, geçen gün Beyoğlu’nda avarelik yapıyordum ki vitrinde duran ve siyah zemin üzerinde kırmızı renkle boylamasına “Tek” yazısı bulunan kapak dikkatimi çekti.
Daha önce de gazetelerin kitap eklerinde gözüme ilişmişti.
Yazarı Hakan Nordik’miş! Sarı çizmeli Mehmet Ağa... Belli ki müstear isim!
Arka kapaktaki “siyasete, cinayete ve adalete bakışınızı değiştirecek ‘TEK’roman”açıklamasını okuyunca da hemen yirmi dokuz papele kıyıverdim. Ne çıkarsa bahtıma...
Üstelik Karolin bu gece “yine hangi ciddiyet incilini okuyorsun” diye sorduğunda ben de ilk defa müstehzi edayla “kafamı boşaltmak için polisiye” cevabını verebileceğim.
***
YOK, kafam boşalmadı! Hiç mi hiç boşalmadı!
Tam tersine, sabahı etmek ne kelime, ertesi gün öğlene kadar hiç aralıksız okuduğum “Tek”in son sayfasını bitirdiğimde kafam geceden daha dolu, daha karışık ve daha ambaleydi.
Çünkü Hakan Nordik’in enfes bir kurguyla kaleme aldığı ve okuyucuya New York- İstanbul- Diyarbakır güzergâhında mekik dokutturduğu roman olayların nefes nefese akışına rağmen öyle dedektif- katil- maktul üçgeninin tembelliğinde ninni söylemiyor.
Ekseni polisiye senaryo oluşturuyor ama insani erdem ve zaaflarıyla sonsuz hümanist bir çehre çizen kitabın kahramanı DM aslında Türkiye’nin ve dünyanın son otuz yılına adil ve insani bir mercekten bakarak o okuyucuyu dürtüklüyor.
Burada sayarsam tadı kaçacağı için tabii ki sıralamıyorum, dâhili ve harici pek çok dokunulmaz tabuya dokunmak cesaretini göstererek insanı omuzlarından sarsıyor.
***
HEM sarsıyor, hem de bunu bilgisayar “hacker”inden Manhattan barına uzanan harika bir modernite atmosferinde ve küresel dünyadaki iç içelik ortamında kâğıda döküyor.
Yani bana sorarsanız “Tek”, polisiye roman kültürsüzlüğüme rağmen çok rahatça “mutlaka okunmalı” diyebileceğim bir kitap niteliğini taşıyor ki, bunu söylerken bir deDM’ye daha ilk sayfalarda itibaren duyduğum yakınlığı vurgulamalıyım.
Yetişme tarzlarımızdan insani zaaflarımıza; artı, havaalanı ve otel metafiziğine olan düşkünlüğümüzden kadınlarla ilişkilerimizin çetrefilliğine; bilhassa da benliğimize kazınmış isyan ve adalet dürtüsüne DM’yle olanortak yanlarımızın öylesine çok olduğunu keşfettim ki, sırf bunun için bile bir yirmi dokuz papele daha tekrar seve seve kıyabilirim.
Bari reklâmını yapayım, “Tek”e siz de kıyarsanız tek kalacağınızı sanmıyorum...
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap