- 21.02.2012 00:00
İlk şaşkınlık geçip olaylar zamana yayıldıkça, ortaya daha geniş bir görüntü çıkmaya başladı. İlk söylenecek söz; yapılan hamlelerin, kurumsal-bireysel taşıyıcılarının çapını çok aşan “güçlerin”iradesiyle gerçekleştiğidir.
Bu ülkede; elinde tuttuğu yetkiler ne kadar olağanüstü olursa olsun, herhangi bir bürokratın, toplumsal desteği çok güçlü bir hükümetin canına kastedildiği algısına kadar uzanacak bir girişimi kendiliğinden gerçekleştirebileceğine inanmak için “naif” olmak da yetmez. Öyle “Yargı erkinin güç sarhoşluğu”falan gibi “yaratıcı” analizler gülünç kaçar. Bu eylem, kurum aidiyetiyle değil “siyasal aidiyetle”açıklanabilir. Önceki pratiklerde sınanmış, gücüne ve haklılığına güvenilen bir iradeye eklenerek, ancak onun bir parçası olarak gerçekleştirilebilecek bir girişimden söz ettiğimiz çok açık.
Sanırım, hükümetin görevlerden almalarla gösterdiği ilk kararlı tepkiden sonra hamlenin sahiplerinden bir manevra bekleniyordu. Ama beklenen olmadı. Saldırı, basındaki agresif kalemler tarafından aktif olarak sürdürüldüğü gibi, Başsavcı da işlemi, “açıklama” görüntüsü altında sahiplendi. Yakalama emri kaldırılmadı. Hükümet, yasama organını harekete geçirip tartışmalı bir yasa çıkartmaya zorlandı ve daha kapsamlı eleştirileri göğüslemek durumunda kaldı. Sanırım çatışmanın bir yan ürünü olarak da Kamu İhale Kurumu’ndaki yolsuzluk soruşturması patladı.
Bu sürecin Uludere ile başladığını unutmamak gerekir. Uludere’de daha cesetler kalkmadan MİT’in yanlış enformasyon servis etmiş olduğu bilgisi dolaşıma girdi. Ayrıntılarla dolu yazılar kaleme alındı. Başbakan’dan bu yazıları hedef alan sert cevaplar, yalanlamalar geldi. Kamuoyunda çok tartışılacak olan konuşmasında Genelkurmay’a teşekkür etti Başbakan. Bu teşekkürü, yaratacağı infiali hesaplamamışlığına, “devletleşmişliğine mi” vereceğiz; yoksa oyunun ürkütücü boyutlarını görüp kamuoyu karşısında riskli sözler etme pahasına devlet içine yansıyacak majör kavgada ittifak alanını genişletme isteğine mi? Bu soruları asla Başbakan’ın Uludere’ye ilişkin tutumunu eleştiriden muaf tutmak için sormuyorum. Aradan geçen sürede yaşadığımız olağanüstü olayların ışığında yeniden anlamlandırma ihtiyacı olabileceğine dikkat çekmeye çalışıyorum. O tutumu onaylamak için değil, bugünü daha iyi anlamak için.
Uludere büyük tuzaktı. Hükümeti duvara yasladı. Onu en zayıf yerinden; Kürt halkıyla ilişkisi üzerinden vurdu. Kendi Kürtlerini acımasızca öldüren bir “katil” algısını kucağına bıraktı. Bu büyük hamlenin uluslararası bacağı olduğunu düşünmeyi “komplo kuramcılığı” olarak ilan edenlerin“komploculuğundan” kuşku duymayı öneririm. Aynı kuşkunun, MİT üzerinden hükümeti sıkıştırma girişimleriyle Uludere’nin, hiç bir düzeyde bağının olamayacağını ileri sürenlere de yöneltilmesini tavsiye ederim.
Hükümeti sıkıştıran aktörlerin pozisyonlarında hiç bir yumuşamaya yanaşmayan kararlılıkları, hamlenin en üst düzeyde yöneticiler üzerinden doğrudan Başbakan’ı hedef alan niteliği, Uludere gibi olağanüstü trajik bir tuzağın üstüne inşa edilmesi, oyunun cereyan ettiği ölçeği işaret ediyor. Fail iradelerin katiyen fevri, dar bakışlı olmadığını; düşünülmüş, takip eden koşullara göre muhtelif planların üretilmiş olma ihtimalini varsaymak gerekiyor. Ya da bu “zayiat” göze alınıyor ve verilen güçlü mesajın hükümet politikalarında umulan “düzeltmeye” yol açacağı hesaplanıyor. Kuşkusuz, hesaplaşma bölgedeki güç dengeleri üzerine cereyan ediyor.
Çatışmanın bu niteliğine bakınca, altında yatan temel faktörün “Kürt politikasında oluşan görüş ayrılığı” da olamayacağı anlaşılıyor. O tartışma bu büyük çatışmanın bir enstrümanı olarak sahneye sürülüyor.
Meşru siyasi iradeye yönelik bu büyük saldırıda sessiz kalmak ya da ortadan sözlerle konuşmak yanlış geliyor bana.
Hamle her yönüyle kirliydi ve hükümet meşru müdafaadaydı. Sıkıştırıldı ve o yasayı çıkardı.
Saldırının sözcüleri ne kadar yüksek sesle ve doğrudan konuşuyorlarsa, saldırıyı meşru bulmayanların da o tonda ve o netlikte konuşmalarını beklerdim.
Ama daha da şaşırtıcısı var: Bu çıkışın bileşenleri içinde Cemaat’in yer almış olabileceğinin bütün işaretleri ortaya dökülmüşken, buna işaret ettiğim için, isim vermeme “zarafetine” sığınılarak“Taraf’ta yazan bir kardeş” olarak aşağılandığıma tanık oldum. Taraf’ın en ummadığım yazarlarından birinden geldi bu. Utandığımı söylemeliyim. O yaşta ve o badirelerden gelen birisinin kendisine dönük saygıyı bu kadar ucuz harcamasına değecek ne vardır, bunu görecek menzilde değilim. Neden Cemaat’in tartışılmasından rahatsız olunmuştur? Olunuyorsa da ironiden çok, kaba hakarete varan küçümsemeyle, oralara “Taraf’taki yazar kardeşi” üzerinden selam yollamak yakışıklı bir iş midir? Cemaat’e işaret eden Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu’nun sert yazıları benden önce ortadayken bunu “akıl edenin” ilk ben olduğum “ironisi” nasıl bir kurnazlıktır? Bunların hiç birisini anlamadığımı; hakikaten çok şaşırdığımı söylemeliyim.
Hiç iyi değildi.
Orhan “Abi”...
ozaltinli@gmail.com
Yorum Yap