- 12.12.2012 00:00
Yıllar önce izlediğim bir Hollywood filmi vardı. Sinemayı “star”lar üzerinden takip ettiğimiz zamanlardı. Onun için filmin ismini ya da yönetmenini değil, fakat oyuncusunu hâlâ iyi hatırlarım: Charles Bronson.
Film, genç bir kız ve annesinin New York’ta yaşadıkları apartman dairesinde bir grup lümpen tarafından insanı tiksindiren bir şiddete maruz kalmalarıyla başlıyordu. Anne ve kızın tecavüze uğrayıp vahşice öldürülmeleriyle nefretten kaskatı kesilen bir salon dolusu seyirciyi, ailenin babası olduğunu öğreneceğimiz Charles Bronson’un New York lümpenlerini ayrım yapmaksızın kırıp geçiren şiddeti yatıştırabilmişti. Bronson, her gece Manhattan sokaklarında suçlu avına çıkıyor, kuşkulandığı insanlara tuzaklar kuruyor ve üstüne gelen ne kadar serseri varsa oracıkta öldürüyordu. Bronson’un derhal bir medya kahramanına dönüşmesini ve şehirde suç oranının hızla düşüşünü içim soğuyarak izlediğimi hatırlıyorum. Amerikan sineması seyirciyi avucunun içine almayı iyi biliyor; (İlkel Duyguları Kaşıma Endüstrisi).
Pis bir itirafta bulunayım; Ayşe Paşalı’nın, şiddetten paramparça olmuş bakışlarını bize diktiği son fotoğrafından bu yana, her kadın cinayetinde o filmi hatırlıyorum. “Sallandıracaksın iki tanesini” gibi bir “rasyonel”den de söz etmiyorum tabii. Benimkisi ilkel bir kızgınlık hâli. Ne sosyolojik analizler, ne siyasi eleştiriler ne de çağdaş hukuk felsefeleri nefretimi yatıştırıyor. Böylesine vahşi, acımasız bir zulmün çok sağlam bir karşılığı olması beklentimi içimden söküp atamıyorum. Ne Kürtlerin, ne Alevilerin ne de aklınıza gelebilecek başka kimliklerin maruz kaldığı ayrımcı şiddet, kadınları kırıp geçiren erkek şiddeti kadar etkiliyor beni. “Allah kahretsin” diyorum, ta gırtlağımdan kopan bir nefretle; öldüreni de, susanı da, bu çığlığı duymayanı da, normalleştireni de, namusu da, iffeti de, kadınların boğazına çökmüş “şerrrefli” erkeklik iktidarımızı da... Hepsini Allah kahretsin...
Yine, kırmızı karanfillerle gönderilen bir kadın bedeni. Yine, gencecik bir kadının yüzümüze gülümseyen son fotoğrafı. Hayvanın biri, Van’dan çıkmış gitmiş, Konya’da kadıncağızı bulmuş, öldürmüş. Vali yardımcısının dediği gibi olmuş, “ölümden kaçamamış” Gülşah Aktürk.
Sayın vali yardımcısı üstüne düşeni yapmış, bütün Türk büyükleri gibi onun da vicdanı daima rahat.“Yanlış arkadaş seçiyorsunuz” demiş, “böyle abuk sabuk insanlarla arkadaşlık yapan kızlarımızda da hata var” buyurmuş, “yanında biber gazı taşı” diye tembihlemiş, “tayin yapmak imkânsız, memuriyetten istifa et” diye yol göstermiş, “ölümden kaçış yok zaten, en kötü ihtimalle ölürsün” diye teselli etmiş.
Bir vali yardımcısından daha fazla ne bekleyebiliriz? Hem zaten cinayet de Van’da işlenmemiş, onun sorumluluk alanında değil. Haklısınız Sayın Valim. Göreve devam ediniz. Size sığınan yeni kadınlarımıza şefkatli sözlerinizle, derin aklınızla yol göstermeyi esirgemeyiniz. Yalnız, önce ellerinizi yıkamayı da unutmayınız. Etrafa kan bulaşmasın.
Böyle insanların toplumun güvenliğiyle ilgili yetkilerle donatılmış olması, sizde de bir boğulma duygusu yaratmıyor mu? Ölümün kıyısında çırpınan bir kadının kapısını çaldığı ve işi onu korumak olan bürokratın ağzından dökülen bu cümleler hangimizi şaşırtıyor? Bu çaresizlik hakikaten katlanılır gibi değil.
Hatırlayacaksınız; bundan iki ay önce İstanbul’da, üniversite öğrencisi Fatma Nur Çelik, yaşadığı eve internet bağlantısı ile ilgili onarıma geldiğini söyleyerek giren bir hayvan tarafından önce tecavüze uğrayıp sonra öldürüldü.
“Kadın hassasiyetleriyle” tanıdığımız Ayşe Arman bu cinayeti “saf kötülük” olarak lanetlediği dokunaklı bir yazı yazdı. Köşesine bir de kutucuk (içi dolu fıçıcık) koydu. Kutucuk, bir okurunun cinayete ilişkin yaptığı değerlendirmeyi içeriyordu. Okur; Fatma Nur Çelik’in, internetçi senaryosuna inanarak katili eve almasının büyük hata olduğunu söylüyordu. Ayrıca katilin de artık her yerde kameralar olduğunu düşünmeyerek cinayet işlemesini çok akılsızca bulduğunu belirtiyordu. Ayşe Arman, sıradan bir adli vakada bile insanın kanını dondurabilecek bu akıl ve kusur dağılımı hakemliğinde bir sakınca bulmamış, “bakın olaya buradan da bakılabilir” mahiyetinde köşesine taşımıştı. “Saf akıl”la yüklü bu “eleştirel” mektubun olayı normalize ettiğini, sıradanlaştırdığını ve bunu yaparken ölen kızcağıza da sorumluluk yüklediğini fark etmemenin nasıl bir “saf”lık türü olduğunu kendisine hatırlatan oldu mu bilmiyorum.
Elbette kadına yönelik şiddete karşı; sosyoloji, siyaset, hukuk katlarından çözüm beklemek, sabırla inatla mücadele etmek, Charles Bronson’dan medet ummaktan çok daha medeni bir seçim...
Hem Bronson buralarda yaşıyor olsaydı...
Hangi birisiyle uğraşacaktı ki?
ozaltinli@gmail.com
Yorum Yap