- 3.10.2014 00:00
Haftalardır HSYK seçimleri için şehir şehir, bölge bölge, sokak sokak, birim birim kıyasıya bir savaş veriliyor yargı içinde.
İktidar, topluma söz verdiği gibi, otonom yapıyı HSYK içinden söküp atmak üzere bütün gücünü seferber etmiş durumda. Bir yandan teşhir faaliyeti yürütüyor; bir yandan kirli ittifakları açığa çıkarıyor; bir yandan da çoğulcu listeler oluşturarak paralel yapıyı tasfiyeye çalışıyor. Otonom yapının yargıç ve savcı kılığındaki elemanları ise, tırnaklarını koltuklarına geçirmiş, HSYK’daki mevzilerini kaybetmemek için ölümüne direniyor. Bu arada, bütün Türkiye de merak ve şaşkınlık içinde, bundan üç- beş yıl önce adını bile söyleyemediği bu kurum için verilen “ölüm-kalım” savaşını izleyip anlamlandırmaya çalışıyor. (Bu arada, Rasim Ozan Kütahyalı’nın önceki günkü yazısında , “AK Parti otonom yapıyı temizliyor ama yerine AK Parti yargısını oluşturuyor ” diyenlerin ağzını kapatacak çarpıcı bir bilgi vardı: “Yargıtay ve Danıştay'dan HSYK için seçilen 5 üyenin 2'si solcu, 2'si paralelci, biri de ülkücü. Hani, nerede 12 yıldır oluşturulan AK Parti yargısı?” diye soruyordu Kütahyalı.)
“Siyasetten bağımsız yargı” demokratik değildir
Tablo elbette normal bir tablo değil... Ama zaten yargıdaki durum da normal değil!
Anormal koşullar altında yapılan bu seçimler bir biçimde sonuçlanacak. (Liste savaşlarını yakından takip edenler durumun “ortada” olduğunu söylüyorlar) Ama herkes hemfikir ki, bu sorun bitmeyecek; seçimlerden sonra HSYK üyeleri nasıl seçilmeli sorusuyla tekrar baş başa kalacağız. Ve yine başa dönüp HSYK’nın – aslında sadece HSYK’nın değil, bütün yüksek yargının – yapısını her tartıştığımızda ortaya çıkan geleneksel korkumuzu konuşacağız.
Nedir bu korku?
Yüksek yargı üyelerinin Meclis tarafından seçilmesi konusu her gündeme geldiğinde ortaya çıkan “yargının siyasallaşması” korkusu...
Yüksek yargı üyelerinin –ve tabii HSYK’nın – Meclis tarafından seçilmesinin yargıyı siyasete bağımlı hale getireceğini ve bunun kuvvetler ayrılığı açısından kabul edilemez olduğunu vurgulayanlar, bugün dünyada hukuk teorisyenleri arasında tam tersi bir endişenin giderek büyümekte olduğunu görmezden geliyorlar. Bugün Batı’nın önde gelen birçok hukuk teorisyeni, yüksek yargı üyelerinin halk veya temsilcileri yerine bürokrasi tarafından seçilmesinin demokrasiyle bağdaşmayacağını düşünüyor; demokratik toplumlarda yüksek yargının oluşturulmasında seçilmiş organlarla – siyasetle- mutlaka bir bağ kurulması gerektiğini savunuyor. Yani bizdeki muhalefetin “yargı siyasallaşıyor” feryatlarının tam tersine, yüksek yargının ancak siyasal olanla bağ kurması halinde belli bir meşruiyet kazanabileceği fikri hakim fikir haline geliyor.
Yargı bürokrasisinin de bir siyaseti var
Kaldı ki, yargının siyasallaşması korkusuyla Meclis’i dışta tuttuğunuz zaman, yargıyı siyaset dışı bırakmış olmuyorsunuz; sadece yargı bürokrasisi tarafından belirlenen siyasetle parlamento tarafından belirlenen demokratik siyaset arasında bir tercih yapmış ve yargıyı bürokratik elitin oluşturduğu siyasete teslim etmiş oluyorsunuz. Hele bir de yargı bürokrasisi - şu anda Türkiye’de olduğu gibi – belli bir grubun hakimiyetine girmişse, tahribat çok daha ağır oluyor.
Bu arada, bir noktanın altını çizmekte yarar var: Yargının siyasal olanla bağ kurması ile yargının partizanlaşması aynı şey değildir. HSYK için bulacağımız formül, bu kurumun üyelerinin seçimini Meclis iradesine bırakmalı ama bunu o kurulu partizanlaştırmadan yapmayı da becerebilmelidir.
Geçmişte Anayasa Komisyonu’nda bu konuda ciddi çalışmalar yapıldı ve belli bir noktaya gelindi. Biraz gayretle, bu çalışmalar yeniden ele alınıp bir konsensus yakalanabilir.
Yorum Yap