- 22.05.2013 00:00
AK Parti'nin epey bir zamandır sürdürdüğü "Başkanlık Sistemi'ni tabana anlatma kampanyası" ve yapılan nabız yoklamaları pek iyi sonuç vermemiş olmalı ki, Erdoğan Başkanlık Sistemi'nde ısrarı şimdilik bir tarafa bırakmış görünüyor. Onun yerini alan yeni proje ise partili cumhurbaşkanlığı...
Başkanlık Sistemi'nin rafa kalkmasına memnunum memnun olmasına ama yerini alan şeyin ne olduğu da doğrusu çok muğlak...
Ne demek partili cumhurbaşkanlığı?
Cumhurbaşkanının geldiği partiden fikren ve kalben kopmaksızın cumhurbaşkanı olması mı? Partisiyle örgütsel bağının üyelik seviyesinde devam etmesi ama herhangi bir görevi olmaması mı; yoksa hem cumhurbaşkanı hem de partisinin genel başkanı olarak kalması mı?
Kabul edelim ki, bunların üçü de birbirinden tamamen ayrı durumlardır ve "partili cumhurbaşkanı" tartışmasının sağlıklı yürümesi için önce bu şıklardan hangisinin kastedildiği açıklığa kavuşmalıdır.
"Tarafsız cumhurbaşkanı"
Bugünkü "partili cumhurbaşkanı" tartışmasında, Türkiye'de uzun süre "cumhurbaşkanı tarafsız olmalıdır" gibi yanlış bir cümle etrafında yürüyen tartışmanın izlerini görüyoruz.
"Tarafsız"dan kasıt "partiler üstü" olmasıydı. Ve elbette bu tartışma, büyük ölçüde, emekli kara kuvvetleri komutanlarının ya da darbe elebaşlarının cumhurbaşkanı olması geleneğinin"bozulması" karşısında duyulan hoşnutsuzluktan kaynaklanıyordu. Zira "partiler üstü" olmak prensipte kabul edildiği anda, ortada kalan tek alternatif emekli generallerdi.
Özal'ın ya da Demirel'in cumhurbaşkanı seçilmesinin söz konusu olduğu yıllardaki tartışmaları bugün gibi hatırlıyorum.
ANAP'ın kurucusu olan bir politikacı nasıl olur da tarafsız bir cumhurbaşkanı olabilir diyorlardı. Bütün hayatını Demirkırat'ın peşinde ya da sırtında koşarak geçirmiş; Demokrat Parti hareketini korumayı ve yaşatmayı misyon edinmiş olan Demirel'in, bütün partilere eşit mesafede durması mümkün müydü?
Demirel de gönülleri ferahlatmak için elinden geleni yapıyor, "Artık Cumhur baba olacağım"diyerek oğulları arasında ayırım yapmayan babalar misali, partiler arasında ayırım yapmayacağının, hepsini "öz oğlu" gibi seveceğinin güvencesini veriyordu. Hatta hiç unutmam, eğer seçilirse DYP amblemli anahtarlığını bile kullanmayacağına yemin billah ediyordu.
Mesele "gönül bağı" değil
Bunlar elbette ki gayriciddi tartışmalardı ve Türkiye bunları çoktan aştı. Sonuçta hem Özal hem de Demirel "gönüllerinde yatan aslana" rağmen cumhurbaşkanlığı yaptılar. Ülkemiz şükürler olsun ki, "asker kökenli cumhurbaşkanı" geleneğinden kurtulalı da çok oldu.
Peki ben şimdi bu tartışmaları neden hatırlattım?
Çünkü bazı AK Parti sözcülerinin partili cumhurbaşkanından söz ederken "zaten gönül bağı devam ediyor" diyerek, eski "tarafsız cumhurbaşkanlığı" tartışmalarına atıf yapması bugün gündemde olan "partili cumhurbaşkanı" tartışmasını epey bulandırıyor.
Zira hepimiz biliyoruz ki, mesele gönül bağı değil... Mesele, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının tek kişide toplanıp toplanmayacağı meselesi... Bu yolla iktidar partisinin devletle bütünleşip otoriter bir yönetim kurup kurmayacağı meselesi...
Doğrusu, bazı AK Parti sözcülerinin bu konu açıldığında kendi tezlerini desteklemek için Atatürk ve İnönü dönemlerini örnek vermesi, endişeleri azaltmak bir yana daha da artırıyor. Zira o model, bırakın 2000'ler Türkiye'sini; 1920'lerin demokrasi anlayışında bile itirazlarla karşılaşmış, Meclis'teki muhalefetin hiçbir zaman kabullenmediği bir model olmuştur. Nitekim CHP içinden çıkan Demokrat Parti hareketinin 1947'de ortaya koyduğu temel ilkelerinden biri de devlet başkanlığı ile parti başkanlığının birbirinden ayrılmasıdır.
Dolayısıyla, eğer AK Parti'nin önereceği yeni model "partili cumhurbaşkanlığı" ise, cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisinin ne olacağı; basit bir üye mi yoksa başkan mı olacağı bir an önce açıklığa kavuşturulsa iyi olur.
Zira denge ve kontrol mekanizmalarının sağlam kurulduğu bir Başkanlık Sistemi, 1940'larda bile tahammülü zor bir şeflik sisteminden çok daha iyidir.
Yorum Yap