- 24.04.2013 00:00
Yine bir yıldönümündeyiz. Ben diyeyim 1 milyon, siz deyin 400 bin Ermeni'nin hayatına mal olan büyük bir felaketin 98. yıldönümünde bir yandan felaketin kurbanlarını anıyor; bir yandan da bu trajik olay yüzünden iki toplumun ilişkilerine sızmış olan zehri nasıl akıtabileceğimizi konuşuyoruz.
Bu konuda uzun süre tarihçilere bel bağladık. Tarihçilerden uluslararası bir komisyon kurulsun; onlar otursun, araştırsın, tartışsın, olguları tokuştursun, sonunda bir karara varsın, bize de açıklasın; hepimiz onların vardığı kararı sineye çekelim, dedik.
Doğru değildi...
Tarih, "1915'te ne oldu sorusu"na hiçbir zaman tek bir cevap veremezdi. Hiçbir tarihi olayda tek bir cevap vermediği gibi... Yapılabilecek tek şey, farklı tarihçiler tarafından yazılmış farklı hikayelerin hepsinin ama hepsinin özgürce ortalıkta dolaşmasına ve bu hikayeler etrafında özgür tartışmanın sürüp gitmesine izin verilmesi, zemin yaratılmasıydı.
Kimileri üzerinde uzlaşabileceğimiz tek bir "gerçek"in tespiti işini siyasete havale etmeyi denediler. Parlamentolar devreye girdi, kararlar aldı.
Tabii bu da olacak şey değildi. Tarihi gerçekler parlamenterlerin oylarıyla da karara bağlanamazdı. Herhangi bir tarihi olay herhangi bir parlamentonun yüzde 51'i öyle oy kullandı diye değişmezdi.
1915'te olup bitene bir isim koymak tarihin, siyasetin değil ama hukukun konusu olabilirdi belki. Uluslararası hukuk, bir devletin geçmişte bir halka karşı suç işlediği iddiasını araştırabilir ve sonuçta olup bitene hukuki bir isim de koyabilirdi. Ne var ki, olayın hukuki boyutu geçmişte çok tartışılmış; 1948'de yapılmış bir soykırım tanımının 1915'te yaşanmış bir olay için kullanılamayacağı; 1948 sözleşmesinin geriye dönük olarak uygulanmasının hukukun temel ilkelerine aykırı olduğu genel olarak kabul görmüştü. Dolayısıyla bu yaranın kapanması için hukuktan da medet umamazdık.
Peki o zaman ne yapmak gerekiyordu?
1915'te olup bitenlerin vicdanlarımızı kanatmasını; Ermeniler'le aramızda bir kara gölge olarak kalmasını; ilişkilerimizi zehirlemesini nasıl önleyecektik?
Bir resmi görüşten bir başka resmi görüşe
Bugün geldiğimiz noktada, sorunun çözümünü devletin özür dilemesinde görme eğiliminin kuvvetlendiği görülüyor. Ve doğrusu ben de uzunca bir süre bunun çözüm olabileceğine inananlardandım.
Ama düşündükçe şüpheye düşüyorum:
Acaba, toplum içinde farklı görüşlerin bu kadar belirgin olduğu bir konuda, herkesin olan bir devletin özür dilemesi ne derece doğrudur? Özür, devletin bir resmi görüşün yerine, bir başka resmi görüşü geçirmesi anlamını taşımaz mı? Nasıl resmi görüşün "inkâr" olması bazı vatandaşların düşüncelerini temsil ederken bazılarını rahatsız ediyorsa, resmi görüşün "kabul ve özür" olması da bazı vatandaşların duygularını temsil ederken bazılarını rencide etmeyecek midir? Onların kendilerini bir oldubitti karşısında hissetmelerine sebep olmayacak mıdır?
Bu düşünceden hareketle ben, devletin her konuda olduğu gibi bu konuda da tarafsız, ideolojisiz ve fikirsiz olması gerektiği noktasına geliyorum. Doğru olan, devletlerin tarihi olaylar konusunda resmi görüşünün olmamasıdır. Siyasi partilerin, siyasi iktidarın, STK'ların, tek tek kişilerin görüşleri olabilir ama bir hizmet örgütü olan devletin tarihi bir olay hakkında "resmi görüşü" olması, erişmeye çalıştığımız devlet tanımına uymaz.
O zaman ne yapacağız?
Bana kalırsa yapılabilecek tek şey, devletin aradan çekilmesi; bütün yasakların, bütün kırmızı çizgilerin ve tabuların ortadan kalkması ve iki toplumun tarihçileriyle, sosyologlarıyla, hukukçularıyla, sanatçılarıyla ve örgütlenmiş tüm kesimleriyle birlikte serbest bir hesaplaşma ve yüzleşme sürecine girmesidir...
Böyle bir hesaplaşma ve yüzleşme sürecinden asla ortak "karar" çıkmayacaktır. Her kurum, her insan kendi vicdanıyla baş başa kendi kararını kendisi verecektir ama bütün vicdanlar eskisinden daha huzurlu olacak ve geçmişte olup bitene ne isim konduğu bugünkü kadar önemli olmayacaktır.
Yorum Yap