- 15.09.2012 00:00
Osmanlı’nın son dönemlerinde “Osmanlı’yı kurtaracak mıyız. Kurtaracak olursak nasıl kurtaracağız” sorularıyla bir siyaset tarzı öneren farklı grupların ortak bir noktası vardı. “Bize ait” olduğunu düşündükleri bir şeyleri “koruyup”, yenilmiş bir devleti ekonomide, sanayide, orduda kalkındırmanın yolları üzerine kafa patlatıyorlardı.
Savaşarak genişlemiş ve savaşarak gerilemiş bir yapı, en sonunda geriye bir “yenilmişlik” psikolojisi bırakmıştı. İslamcısı, Türkçüsü, Osmanlıcısı, Batıcısı, hepsinin önünde inanılmaz güçlü bir Batı vardı ve hepsi bu Batı karşısında tarifsiz bir aşağılanmışlık duygusu ya da aşağılık kompleksi içindeydiler. Batı karşısında yeniden güçlü olmak, ona yetişmek için ise onu “teknolojide/ teknikte” taklit etmekten, “kalkınmaktan” ve “modernleşmekten” başka çare yoktu. Ancak bu şekildeBatı’yı “askerî” olarak tekrar alt etmek mümkün olabilirdi.
Bu ortak “kalkınma temeli”nin üzerine ise, gene kendilerinin “esas” olduğunu zannettikleri farklı kültür ya da kimlik unsurlarını cansiperane savundular. Ancak, Doğulu, Müslüman, Türk vs. bütün bu farklı kültür ya da kimlikler sos olmaktan öte gidemedi. Özellikle bu kavganın içinde, önce Osmanlı’yı “yenmeyi” başaran (dolayısıyla aslında ona ihanet eden) İttihat-Terakki, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Kemalizm uğraklarındaki etnik uluslaşma çizgisi “çok acı bir sos” oldu.
Osmanlı’dan devralınan yenilmişlik duygusu ve aşağılık kompleksi hiç sona ermedi. Ve bu sos tarifsiz baskılarla dayatıldı. Modernleşmeci seçkinler, Batı gibi güçlü olmak, bir gün o Batı’yı “yenmek” için içeride de herkese savaş açtılar. 1915’te Ermenileri yokederken kazandıkları tecrübeden beslenerek, Kızılay Meydanı’nda kasketiyle, poturluyla yürüyen köylülere; yüzyıllardır kullanılan ve bir hafıza mekânı olarak dile ve Arapça alfabeye; müziğe, Sünni dindarlara, Alevilere, Kürtlere; zaman içinde tekrar Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Süryanilere, komünistlere savaş açtılar.
Şimdi de ortaya Türklük ve muhafazakârlıkla karışık, yeni tür bir seçkincilik daha önceki siyaset tarzlarından ve tabii ki ittihatçı-kemalist çizgiden beslenerek “kalkınmaya”/ “Batılılaşmaya” çalışıyor. Bu seçkinler, “başka bir dünya mümkün” diyen, yeryüzünde adalet talep eden İslami toplumsal hareketin üzerinde yükseldiler. Ancak kazandıkça değiştiler, İslamcılıktan uzaklaşıp, yeni “milliyetçi-muhafazakâr soslarıyla” bir önceki “milliyetçi-Türkçü sosu” dayatanlara benzediler.
İttihatçı-kemalist çizginin gerçekleştirmeye çalıştığı protestanlaşarak/ sekülerleşerek modernleşmek, çağdaşlaşmak, kapitalistleşmek ve en önemlisi “güçlü olmak” hedefini “başarır gibi” oldular.
Onlar da hayatı ve dünyayı kendilerinden öncekiler gibi ikiye ayırdılar: Bir tarafta Batı’nın gücünü taklit etmek, diğer tarafta “özümüz”ü bulmak, bulamazsak da icat etmek... Bir tarafta kalkınma, ekonomik büyüme, teknoloji vs; diğer tarafta (ulus, Türklük vs. yerine) din, iman, Çamlıca’ya cami, kürtaj yasağı vs.
Ama esas dertleri “güçlü” olmak. Dev gibi gökdelenler inşa edip ne kadar da güçlü olduğumuzu görüp tatmin olmak; demokrasinin asgari kurallarını hiçe sayıp, insanlara fikirlerini sormaya tenezzül etmeden mesela Taksim Meydanı’nın altını üstüne getirmeye kafayı takmak; yurdun dört bir yanını beton ağlarla örmek; Haliç’in üzerine “ben yaptım oldu” köprüleri yapmak; New York- Manhattan özentisi birtakım yerlerde “finans merkezlerini/ gücün merkezlerini” inşa etmek ve daha bilumum güç gösterileri...
Bu yüzden, İslam’dan, İslamcılıktan, toplumun geleneklerinden, geleneksel dilinden devraldıkları birsosa bulanmış milliyetçiliği, Kemalistlerin de o çok özendikleri “Batı gibi kapitalistleşme” yolunda“bir savaş aracı” olarak tepe tepe kullanıyorlar.
İslamcı görünümlü ve de gazete görünümlü, ancak “28 Şubat- Ergenekon- internet andıçları” mantığında çalışan derin odaklar da bu savaş aracının şimdiki zamanda yıkama, yağlama ve bakım işlerini üstlenmiş durumdalar.
“Nükleer santral istemiyoruz!” diyenlerin üzerine jandarmayı salıp, Kürt meselesini inatla daha fazla askerî teknoloji ve güçle çözmeye inat ederken, herkesi PKK’lı ya da PKK düşmanı diye ikiye ayırıp,dibine kadar pozitivist- modernist bir ikili mantık içinde savaş dilini yeniden üretip duruyorlar.
İnsan hayrete düşmeden edemiyor. Osmanlı’nın yenilgisi nasıl da güçlü bir travma, dolayısıyla nasıl da tarif edilmez bir aşağılık kompleksi yaratmış! Ve Osmanlı’dan beri, bu duyguyu aşmaya çalışanlar nasıl da savaş dilinden vazgeçemiyorlar!
Ancak, uzun bir süre de olsa, savaşla varolan Osmanlı sonunda tükendiği gibi, topluma savaş mantığı içinde bakanlar, yani 12 Eylülcüler, 28 Şubatçılar da bugün artık maskaraya döndüler.
Yenme ve yenilme kısır döngüsünden çıkmadıkları takdirde, bundan sonra da, tevazuunu kaybetmiş bir şekilde, çerezli ya da çerezsiz, gazozlu ya da içkili yukarıdan aşağı kibirle bakan, kendilerinden farklı düşünen bütün herkese savaş mantığıyla yaklaşan yeni seçkinlerin de “yenilmeyeceklerine” dair bir garanti yok...
ferhatkentel@gmail.com
Yorum Yap