Bundan tam 95 yıl önce “dünyayı sarsan on gün” yaşandı. İşçiler dünya tarihinde ilk kez bir devlet kurucusu olarak tarih sahnesine çıktılar. Solda siyaset yapanlar için Ekim Devriminin özel bir anlamı vardır. Bu öncelikle devrimin kendisinin dünya tarihini değiştirecek kertede önemli olmasından kaynaklanır. Ama bunun dışında, dünyada ilk kez bir işçi devletinin mümkün olduğunu göstermesi sol siyasette Ekim’i özel bir yere oturttu. Bu ise üç temel sorun yarattı: Birincisi, belirli tarihsel ve mekânsal koşulların ürünü olan bir devrim evrenselleştirildi ve neredeyse devrimlerin genel yasası olarak sunuldu. Bununla bağlantılı ikincisi, başka coğrafyalarda ve başka zamanlarda farklı haksızlıklara karşı farklı biçimlerde mücadeleler vermiş milyonların tarihsel tecrübesine göreli bir duyarsızlık peyda oldu. Ve nihayet üçüncüsü, kendi mücadelelerimizde bu anlatı, bize doğru bir rehberlik yapmadı. Oysa başka bir anlatı mümkündü ve bu satırların yazarına göre o anlatı hakikate daha yakındı. Aşağıda yazacaklarım, satır başlarıyla o alternatif anlatıya dairdir. (Okurun, bu yazının Birikim’de yayınlanacak daha uzun bir yazının kısaltılmış hali olduğunu bilmesini isterim. Argümanlarımı desteklediğim tarihsel malzeme o yazıda yer alacak)
Öncelikle soğuk savaş döneminde anti-komünist tarihçilerin eline düştü Ekim Devrimi. ABD’nin en prestijli üniversitelerinin Rusya uzmanı tarihçi profesörlerinin tek hedefleri Ekim Devrimi’nigayrı-meşru göstermekti. Bu önemliydi; zira Sovyetler Birliği’nin doğum anı olan Ekim Devrimi bir kez gayrı meşru gösterilebilirse, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin kendisi de gayrı meşru olacaktı. Soğuk savaşın “saygın tarihçilerinin” tarihsel hakikatle başkaca bir ilgileri yoktu. Harvard tarihçisi Richard Pipes şöyle yazıyordu örneğin: “Sovyet Rusya’yı yöneten elit, hakiki bir otorite iddiasında bulunamaz. Lenin, Troçki ve beraberindekiler zorla iktidarı ele geçirmişler ve etkin olamayan ama demokratik bir hükümeti yıkmışlardır [1905’de kurulan meşruti monarşiden bahsediyor. F.E] Başka bir deyişle, kurdukları hükümet küçük bir azınlığın şiddetinden doğmuştur.”
Batı’nın anti-komünist tarihçiliği iktidar hırsıyla yanıp tutuşan maceracı bir Lenin portresi çizerken, Sovyetlerin resmi tarihçileri bu algıyı tersinden yeniden üretiyordu. Bu grup için de sonuçta Ekim Devrimi, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin dahiyane stratejileri üzerinden açıklanıyordu. Her iki tarihçiliğin görmezden geldiği kısım, Ekim Devrimi’nin “aşağıdan yukarı”tarihiydi.
Ekim’e giden yol, 19. yüzyılın ikinci yarısında birçok genç ve kentli devrimcinin köylüye giderek devrimi ateşleme hayalleriyle başladı. Çeşitli başarısızlıklardan sonra nihayet çarpık Rus modernleşmesinin yarattığı devasa işçi sınıfı, devrimcilerin dikkatini çekti ve devrimin temel öznesinin işçiler olabileceği düşüncesi yerleşti. Ekim Devrimi’nin, Bolşevikleri merkeze alan “yukardan aşağı” anlatılarında pek de vurgulanmayan o işçiler, 1905’deki kitlesel grevleriyle nelere kadir olduklarını hem Çara hem de devrimcilere gösteriyorlardı. O bir yıl içinde tam 3 milyon işçi greve gitti. Bir yıl içinde bu sayıda işçinin grevde olduğu başka bir ülke yoktur! O yıl, grevleri koordine etmek için kendi aralarında “Sovyetler” (meclisler) kurdular. Sovyet delegasyonu fabrikaları dolaşarak işçileri greve ikna ediyordu. Ekim Devrimi işte tam da bu işçilerin devrimiydi. Dahası, bu devrim Marx’ın devrim teorisini doğrulayan belki de tek devrimdi. Sanayi proleteryası devrimin öncüsüydü. Birçok Batı ülkesinde proleterya böylesi devrimci bir radikallik sergilemedi. Birçok Batı-dışı ülkedeki devrimlerde ise işçi sınıfının rolü ikincil olmuştu. Bolşevik Devrimi bu açıdan da benzersizdi.
1917 Şubat’ında çöken iktisadi, mali ve askeri yapı, işçi sınıfının eylemleri ve alternatif iktidar odaklarıyla birleştiğinde Çarlık devletinden geriye bir şey kalmamıştı. Ekim, bir devleti çökerten devrim değildir. Çökmüş bir devletin yerine yeni bir devlet kuran devrimdir. (Teorik bir not: Aslında eski rejimleri çökerten devrimcilerin faaliyetleri değildir. Buna inanmak oldukça idealist bir bakış olurdu. Materyalist bir analizin söyleyeceği üzere, devletleri çökerten yapısal nedenlerdir. Devrimler, devlet çöküşünün nedeni değil; sonucudur.)
Aslında Bolşevikleri ve Lenin’i diğerlerinden ayıran unsur, kitlelerin taleplerini çok iyi bir şekilde analiz edip o talepleri sahiplenmeleri olmuştu. Kent yoksulları ekmek istiyordu; işçiler daha faza ücret daha az çalışma saatleri istiyordu; toplumun yüzde 80’ini oluşturan köylüler toprakistiyordu. Hepsi birlikte ise savaşın bitmesini, yani barış istiyordu.
Bolşeviklerin sloganı “Ekmek, Barış, Toprak” bu dönemde müthiş bir kitleselleşme sağladı. Mart 1917’de birkaç binlik bir kadro olan Bolşevikler aynı yılın yaz aylarında 250.000’lik bir sayıya ulaşmıştı (Anti-komünist tarihçilerin tümüyle göz ardı ettikleri kitlesellik budur) Ama dikkat: Kitleselleşmeyi sağlayan bu sloganın hiçbir sözcüğü Bolşeviklerin icadı değildi. Lenin’in tek yaptığı kitleyi izlemekti. Hobsbawm’ın güzel deyişiyle Lenin “izleyerek önderlik yapmayı bilen” bir devrimciydi. Tam da bu nedenle sosyalist programa uymasa da toprakların, aile çiftlikleri arasında bölünmesini onaylamakta tereddüt göstermedi.
Devrimi doğuran ana dinamik Bolşevikler değildi belki; ama devrim sonrası devleti ve iktisadi sistemi kuran onlardı elbette. İktidarı almışlardı; ama iktidarda kalabileceklerinin hiçbir garantisi yoktu. Her şeyden önce tek ülkede sosyalizmi kurmak, sanayii kamusallaştırmak, büyük topraklara el koymak, 1. Dünya Savaşı’nın yükümlülüklerini ve dış borçları reddetmek gibi hedefler kapitalist sistemin hakim devletlerinde elitlerin tüylerini diken diken etmişti. İnanılması imkansız olan şuydu ki, “cahil-cühela” işçiler dünya tarihinde ilk kez devlet kuruyordu. Kapitalist devletler, devrimi boğmak için ellerinden geleni yapacaklardı ve yaptılar da… Ekim Devrimi’nin burjuvazinin tahayyül sınırlarını ne kadar zorladığını New York Times muhabirinin yaptığı “haber”e bakarak da anlayabiliriz. Gazeteye göre Lenin ve yoldaşları (“insan müsveddeleri” deniyordu haberde) Petrograd’da saatte 500 kafa koparan elektrikli bir giyotin icat etmişlerdi ve giyotin durmadan çalışıyordu!
Bu koşullarda, başta Lenin olmak üzere bütün Bolşeviklerin tek bir hedefi vardı: Dayanmak. Tek ülkede sosyalizm fikri hepsine yabancıydı. Dünya devriminin fitili, eli kulağında bekleyen Almanya’daki sosyalist devrimle ateşlenecekti. O zamana kadar Bolşevikler bütün gücüyle dayanacaklardı. Ve dayandılar!
Savaş belasından kurtulmak için Brest Litovsk’da Almanların kendisine dayattığı barış koşullarını dahi kabul etti Lenin. Parti içi muhalefet, infiale kapılmıştı. Neredeyse devrime ihanetlesuçlanıyordu. Lenin bu süreçte şaşırtıcı bir biçimde partiyi açık tuttu. Bütün muhalif gruplarla görüştü, müzakere etti ve onları ikna etmeye çalıştı. O dönemde Kremlin’de bulunan yabancı gözlemciler Lenin’in bu kadar kolay ulaşılabilir bir lider olmasına nasıl şaşırdıklarını anlatırlar.
BAZI SONUÇLAR
Ekim’den çıkartılması gereken ilk sonuç “dünyayı sarsan on gün”ün aslında on günden ibaret olmadığını bilmektir. Uzun dönemde şekillenen yapısal sorunların çözülememesi (neden çözülemediği bu yazıda yer almıyor) sonucunda çöken eski rejim, bir devrim sonucunda yerini yeni ve sosyalist bir devlete bırakmıştır. Teoride çok kullandığımız “devrimci durumlar”,devrimcilerin yapıp ettikleriyle oluşmazlar. Devrimci durumların yapısal koşullarına dikkat etmeyenler onun var olup olmadığını bile gözleyemezler. Lenin, bütün yaptıklarını bunu gözleyerek yaptı. Gözleyemeyenler –yani Lenin’in yaptığını yapamayanlar- kısa sürede “madde”nin gücüyle karşı karşıya gelirler. Böylesi durumlarda son, trajiktir. Tarihte, örneği çoktur.
İkinci sonuç, devrimcilerin kitleyle kurduğu bağa ilişkindir. Tarihte çok az devrim Ekim kadar, çok az lider Lenin kadar suistimale uğramıştır! Öğrencilik yıllarımda, 1970’lerde çıkan sosyalist dergileri taramıştım. Hemen hemen bütün örgütler “hakiki öncü”nün kendileri olduğunu söylüyordu. Neredeyse öncü olmak için, telaffuz etmek yetiyordu. Yukarıdaki anlatı, umarım ki, Bolşeviklerin ve Lenin’in “öncülüğünün” nasıl bir öncülük olduğunu gösterebilmiştir.
Bununla bağlantılı üçüncü bir sonuç şudur: “Büyük devrimler” büyüktür; zira halkın kendisi yapmıştır devrimi. Milyonlarca devrimci, işleri kendi ellerine alıp yerleşik düzenleri yıkmışlardır. Elbette hepsinde “profesyonel devrimciler” vardır ve katkıları önemlidir. Ama o devrimlerin hiçbirini“profesyoneller” yapmamıştır! Fransız Devrimini Jakobenler üzerinden, Rus DevriminiBolşevikler üzerinden açıklamak o devrimleri azımsamaktan başka bir anlama gelmez. Fransa’nın her yerinde binlerce köylü 1789’da ayaklanarak, şatoları ve içlerindeki vergi ve borç kayıtlarını yakmak suretiyle feodalizmi fiilen ilga ederlerken Jakoben nedir, Jironden nedir zerre bilgileri yoktu. Çin’de hanedanlığın 1912’de çökmesiyle başlayan devrimci sürecin başlangıcında Mao daha çocuktu ve Çin Komünist Partisi mevcut değildi. Ve Ekim: Rusya’nın her yerinde yiyecek ayaklanmaları olduğunda, askerler bölüklerini terk edip sovyetlerini kurduklarında Lenin İsviçre sürgünündeydi ve Bolşevikler yer altındaydı. Sözün özü: Büyük Devrimler, halkların yaptıkları devrimlerdir.
Dördüncü sonuç: Ekim Devrimi tarihsel bir olaydı. Tarih! Yani belirli bir zaman ve belirli bir mekan… Yiyecek ayaklanmaları dünyanın her yerinde oluyordu. Ama 1917’de, Ekim’de, Rusya’da olunca Ekim Devrimi oldu! Dünyanın bu tek işçi devrimini incelerken dört unsuru gözden kaçırmayalım: i) bu devrimi yapanlara haklarını ve saygınlıklarını teslim edelim ve devrimin bütün onurunu “çelik çekirdeğe” vermeyelim; ii) zamana ve mekana bağlı (yani tarihsel!) bu olayı evrenselleştirip bağlamından kopartmayalım; iii) bağlam-bağımlı olmasına rağmen, Lenin ve Bolşeviklerin yapıyı gözleme ve yapıyı zorlama becerisine dair çıkarsamalarımızı bir kenara not edelim; ama iv) bunların hepsini kitleyle birlikte yapma kararlılığını ısrarla vurgulayalım; nihayetinde –ama maalesef- v) Bolşeviklerin iktidara geldikten kısa süre sonra görülmeye başlayan ve giderek kurumsallaşan olguyu –yani kitle ile kurulan organik bağın önemsizleşmesiyle birlikte Sovyetler Birliği’nde olanları- da asla akıldan çıkarmayalım.
Yorum Yap