- 10.05.2016 00:00
Sayın Davutoğlu’nun başbakanlık görevini bırakma sürecini yaşadık.
Bir de, hemen arkasından, Can Dündar ve Erdem Gül’ün “devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklama” suçundan mahkumiyetleri geldi.
Konuları özetlemiyorum, her aşamasını birlikte, naklen yaşadık.
Duruma çok şaşırmadım, ne yalan söyleyeyim, bu kadar kısa vadede olmasa bile, bu sonuçları bekliyordum.
Beni en çok şaşırtması, üzmesi gereken konu bu sonuçlara şaşırmamam, bekliyor olmam olmalı.
Türkiye’de sapkınlık derecesine varan bir devlet tapınması var.
Kimse Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişmişlik Endeksinde Türkiye’nin 72. Sırada olmasını tartışmaz, konuşmaz, eleştirmez ama iki bin senelik olduğunu söyledikleri bir devlet geleneğinden bahsederler ve bununla övünürler.
Aslında, bu kadar gurur duyacağımız bir devlet geleneğimiz varsa insani gelişmişlik sıralamasında neden dünyada 72. sıradayız, bu konuyu hiç irdelemeyiz.
Belki de bu durum bu devlet geleneği yüzündendir, o da başka bir konu.
Ancak, son günlerde yaşananlar kadim bir devlet geleneğini değil, sıradan bir kabile devletini akla getiriyor.
Davutoğlu’nun görevden el çektirilmesi meselesinin nedenleri, muhtemel sonuçları çok detaylı bir biçimde tartışılıyor ama kimse anayasal olarak, hukuk devleti olarak bu durumun bir devlet rezaleti olduğunu açıktan konuşmuyor.
Bu durum, bir anlamda, tecavüze alışma, kanıksama gibi bir durumu çağrıştırıyor.
Açık söylüyorum, devletin en yüce mevkiinin anayasayı, hukuku bu kadar aleni bir biçimde ihlali kabile devletlerinde bile görülmez zira kabileler de bile kendi kadim gelenekleri çerçevesinde kabile reislerinin sıkı sıkıya uydukları kurallar vardır, oralarda kimse “anayasa var ama ortada fiili bir de durum var” gibi bir saçmalığı ağzına almaz.
Devletimizin görünümünün kötü bir kabile devletini çağrıştırması sadece anayasanın Sayın Cumhurbaşkanı tarafından açık ihlalinden de kaynaklanmıyor.
Cuma günü Can Dündar ve Erdem Gül hakkında ilk derece mahkeme mahkumiyet kararı verdi.
Tabii ki, gazeteciler de, akademisyenler de, cezasızlık kapsamında değillerdir, olmamalıdırlar da zaten.
Ancak, suçlamalar ve cezalar de evrensel hukuka ama herşeyden önce de akla, mantığa uygun olmalıdır.
Mahkeme kararını verirken casusluk, darbe gibi suçlamaları bir kenara bıraktı, devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklama suçunu ön plana çıkardı.
Cumartesi günü bir kanalda Aydınlık gazetesinin bir çalışanı aynı bilgileri, aynı biçimlerde Cumhuriyet gazetesinden yaklaşık bir sene önce açıkladıklarını söylüyordu.
Başka bir ifade ile de bu bilgiler, neden devlet sırrıdır bilinmez, zaten alenileşmiş bilgiler.
Ben bile, Cumhuriyet’in o günkü nüshasını elime aldığımda, yeni bir bilgiye rastlamadığımı hatırlıyorum.
Herkesin bildiği bir bilgiyi açıklamaktan iki gazetecinin mahkumiyet alması muhtemelen ancak kabile devletlerinde olur.
Bir de, bir suçun, mesela illegal örgütlere, silah sevkiyatının devlet sırrı olmaması gerektiği gerçeği var.
Devlet, devlet sırrı bahanesi altında suç işleyemez.
Bu yol açıldığında yolun nasıl eğik bir zemine dönüştüğünü en iyi bu ülke vatandaşları biliyor.
Meselenin özü, kimse kusura bakmasın, bence şu: Durumun hassasiyetini (!!?) çok iyi bilen yargıçlarımız mesleki ve doğru kaygılarla casusluktan ya da darbeden ceza veremediler ama malum kaygılarla, hışma uğrama korkusundan beraat kararı da veremediler ve böylece herkesin bildiği sırları (!!!) açıklamaktan Dündar ve Gül’e, birilerini tatmin için ceza verdiler.
Malum infaz yasalarıyla, Yargıtay da aynı hışım korkusunu kararına yansıtsa bile, zaten iki gazetecinin çok içeride kalmayacağını biliyorlar.
Ve bu doğrultuda hukuka dayalı değil muhtemelen dengelere dayalı kararlar üretiyorlar.
Anayasa ayaklar altına alınıyor, kimseden ses yok.
Yargı hukuk değil, denge kararları veriyor, yine kimseden ses yok.
Ama muhtemelen birileri bana “sen nasıl kabile devleti dersin” diye kızacaktır.
Buna da benden ses yok.
ESER KARAKAŞ / HABERDAR
Yorum Yap