- 1.02.2016 00:00
İngiltere’nin AB’den çıkma kararı vermesi üzerine konuşacak ve yazılacak çok konu var. 2008 ekonomik krizinin aslında “ekonomik” bir krizden çok “siyasal” bir kriz olduğunu ve içinde bulunduğumuz olayların da bu çerçevede okunması gerektiğini oldukça sık yazdım. Tabii buradan 2008 krizinin yalnızca “siyasi” bir kriz olduğu sonucu çıkarılmamalı. Bir başka deyişle “siyasi” olayların arkasında “ekonomik” olayların da her zaman var olabileceğini reddediyor değilim. Ama 2008 krizinin bir “ekonomik kriz” olduğu algısının bu kadar büyütülmesinin krizin “siyasi” yanını gözden kaçırmamıza neden olduğunu düşünüyorum.
Çünkü dünyada 2008 ekonomik kriziyle yaşananlar toplumların artık “temsili demokrasiyle” yönetilemeyeceğini ortaya koydu. Özellikle Amerikan toplumu, kendi “temsilcilerinin” (yani milletvekillerinin) yaşanan ekonomik krizin yönetilmesi sırasında “kendilerinden yana” değil “büyük şirketlerden” yana oy kullandıklarını gördüler. Wall Street’i İşgal Et hareketinin “Biz yüzde 99’uz onlarsa yüzde 1” sloganını bulmaları ise bu durumun farkına vardıklarının bir göstergesiydi.
Küreselleşme süreci insanların kendi hayatları üzerinde daha duyarlı oldukları bir süreci tetiklemişti. “Benim hayatımı etkileyecek kararlarda benim dahlim olmalı, yani o kararlara benim de katılmam gerekir” demeye başlamıştı. Bu gelişmenin üzerine yaşanan 2008 krizi ise insanların artık kendi hayatlarını etkileyecek kararların alınmasında “temsilcilerinin” değil doğrudan kendilerinin yer alması gerektiği düşüncesini hızlandırdı. Bu da “temsili demokrasiden” farklı yeni bir demokrasi arayaşının başlangıcı oldu.
Geçmişin “homojen” ulus devletleri olan Avrupa devletleri uzun bir zamandan beri içlerine gelen yabancı göçlerle “heterojen”leşiyorlardı. Dışarıdan gelen “yabancılar” (Türkler, Asyalılar, Afrikalılar, Müslümanlar vs) topluma tek tek katılsalar ya da asimile olsalar belki bir sorun olmayacaktı. Ama öyle olmadı. Onlar kimliklerini bırakmadılar. Geldikleri Batı şehirlerinde bir çeşit “gettolaşarak” yaşamaya başladılar. Buradan iki sonuç çıktı. Birincisi gelenlerin asimile olacakları beklentisi gerçekleşmeyince Avrupa toplumlarında kendi kültürleriyle ilgili bir endişe ortaya çıktı. O nedenle de örneğin bu referandumda ayrılma lehinde oy kullananların sloganlarından birinin “Ülkemi geri istiyorum” sloganı olması bu hayal kırıklığını iyi anlatıyordu. Diğeri ise kimlikleri üzerinden siyasallaşan azınlık toplumların taleplerinin toplumda bir karşılık bulması “temsili demokrasi” çerçevesinde giderek zorlaşıyordu. Örneğin Fransa’da Afrika kökenli Müslüman gençlerin neredeyse her hafta sonu Paris sokaklarında araba yakmaları gibi eylemler bu hayal kırıklığının işaretlerinden biriydi.
Bütün bunlar Avrupa ülkelerinde olduğu gibi (belki de çok daha fazla) Avrupa Birliği çerçevesinde “temsili demokrasi”nin toplumların yönetimlerinde etkili bir araç olması konusunda zaafa uğradığını gösteriyordu. “Temsili demokrasi” denilen yönetim aleti giderek daha fazla “elitlerin yönetimi” anlamına gelmeye başlamıştı. Böylece gerilmekte olan tel de İngiltere’nin referandumuyla koptu.
Bu olay Türkiye bakımından da çok çeşitli dersler taşıyor. Bir kere, Türkiye’deki temsili demokrasi uygulamasına bakınca, toplumun yalnızca “elitler” tarafından değil “elitlerin de elitleri” tarafından yönetildiğini görmemiz gerekiyor. Siyasi partiler tek adam yönetimleriyle toplum adına kimlerin “milletvekili” olacağına (kimlerin siyasi elit olacağına) karar veriyorlar ve toplum da bu elitler içinden çıkan bir başka “elit” tarafından yönetiliyor.
Aslında Türkiye toplumunun temel sorunlarından biri bence bu “elitlerin elitleri demokrasisidir”. Böyle bir demokrasi anlayışı ve yapısıyla zaten başlangıçtan beri “heterojen” olan Türkiye toplumunu yönetmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Toplumumuzda her ne kadar siyasi partilerin işine gelmediği için böyle bir tartışma yeterince yaşanmamakta ise de var olan kültürel kimlik kırılmalarının ardında bu yanlış demokrasi anlayışı yatmakta. Neredeyse her şeye Ankara’dan karar verildiği bir Türkiye’de, “Benim hayatımı önemli ölçüde etkileyecek kararlara benim de katılmam gerekir” diyen bir insanlığın birlikte yürümesi bence imkansız. Son söz olarak bu tartışmadan çıkacak sonuçlardan bir tabii ki yerel yönetimlere çok daha fazla yetki göçerilmesi, Ankara’nın çok daha az konuya karar vereceği bir yönetim yapısının oluşturulması olmalı. Ama gördüğünüz gibi biz tam ters bir istikamete doğru ilerliyoruz. Başkanlık sistemiyle Ankara’nın gücünü daha da artırıp, yerel yönetimlere de el koymayı planlıyoruz. Bu gidişin iyi bir gidiş olmadığı ortada. İngiltere’de gerilen telin kopmasına referandum vesile oldu. Bakalım bizde bu tel nasıl kopacak.
Yorum Yap