- 13.09.2011 00:00
Türkiye toplumun sorunları tarihin derinliklerinden çıkıp çıkıp geldikçe öncekilerden farklı huzursuzluklar içinde kıvranıp duruyoruz. Sürekli bir “ayrışıyor olma” duygusu bu. Ayrışmadan kastettiğim ise “bizim” gibi olduklarını düşündüğümüz insanlarla pek de öyle olmadığımızı farketmemiz. Bu duygunun başlangıç tarihi ve olayları kuşkusuz kişiden kişiye değişiyor. Ama sanırım en genel ve bir ölçüde herkesi etkilemiş olan 2002 seçimi oldu. Bu seçim öyle bir sonuç üretti ki sanki ülkede yeni bir darbe olmuşçasına eskinin partileri siyaset sahnesinden düştü. Tabii onların Ecevit, Yılmaz, Çiller, Bahçeli gibi ünlü liderleri de.
Seçimlerde olan ise, ilk defa seçime girmiş bir partinin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 34 civarında bir oy almış olması. Bir de bir önceki seçimde barajın altında kalmış olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu kez yüzde 19 civarında bir oy alarak yeniden parlamentoya dönmesi. Ve tabii arkasından tek parti iktidarı vs.
Bu tarihten sonraki toplumu ayrıştıran olayların burada ayrıntısına girmek değil niyetim. Ama ‘Başörtüsü’ meselesinden, AKP’nin kapatılma meselesine, başı kapalı karısı olan bir siyasetçinin Cumhurbaşkanı seçilip seçilemeyeceğine, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararına, Cumhuriyet mitinglerine, Ergenekon ve Balyoz davalarına, Anayasanın bazı maddelerinin değişimiyle ilgili referanduma, Şener ve Şık konusuna ve tabii Kürt meselesine kadar birçok konuda toplumda sürekliliği olan bir ‘ayrışma’ olayı yaşanmakta. Üstelik bu ayrışma olayı o kadar hızlı yaşanmaktaki daha düne kadar bir konuda birlikte davranıp aynı metnin altına imza atanlar bugün farklı metinlere imza atıyorlar.
Cumhuriyet normalleşiyor
Yaşadığımız bu ‘ayrışma’ olgusunun bir küresel arka planı var mı derseniz benim cevabım evettir. Bu arka planın bir tarafında dünyanın başka insanlarının hayatlarıyla ilişkiler kurmamızı sağlayan iletişim teknolojileri varsa bence diğer tarafta da Irak Savaşı’nın Türkiye insanın ruhunda yarattığı özel bir eziklik ve başkaldırı duygusu var. Tıpkı bugün Arap Baharı adı verilen başkaldırılarla bu küresel arka plan arasında varolan ilişkilerde olduğu gibi.
Yaşadığımız bu olgunun bir adı olmalı bence. Tarihin başka hangi ülkesinde benzer bir ayrışma yaşandı bilmiyorum. Ama bildiğim bizim kendi tarihimizde, öğrendiğim ve en azından benim tanıklık ettiğim bölümünde bu hızda ve bu derinlikte bir ayrışma pek yaşanmadı. Doğrusu ben bu ayrışma sürecini, seksen yıllık Cumhuriyet tarihinde toplumun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen toplumun gidişinde söz sahibi olamamış, olamadığı gibi de kendi yaşam tarzı bakımından ‘mağdur’ edilmiş olduğunu düşünen dindar kesimlerin desteklediği bir partinin iktidara, üstelik de tek başına iktidara gelmiş olmasıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bugünlerde, yani seçimin bitip de AKP’nin bu kez öncekilerden daha da büyük bir oy oranıyla iktidara gelmesiyle toplumda iki ayrışma daha yaşanmaya başladı. Bunlardan biri, AKP’nin “vesayet rejimi”yle kavgasında üstü örtük de olsa bir tür ittifak içinde olanlar, vesayet rejiminin geriletildiğine dair adımları gördükçe benzer bir “vesayet rejiminin” bu kez de AKP tarafından oluşturulmakta olduğu düşüncesi üzerinden ayrışmaya başladılar. Bu ayrışma daha çok sol, demokrat ve liberal kesimlerde gözlemlenmekte.
Benzer bir ayrışma da dindar kesimler arasında AKP’nin kendi zenginlerini yarattığını ve dinin tahayyülü içindeki bir yaşamdan hızla koptukları düşüncesi üzerinden olmakta. Bu da daha çok sağ ve dindar kesimler arasında yaşanmakta.
Bu ayrışma konularından biri ve belki de en önemlisi Kürt sorunu etrafında olan ayrışmalardır. AKP’nin Kürt sorunuyla ilgili ‘değişken’ tavrı Kürt siyasetinde varolan ‘güvensizliği’ pekiştirirken, Kürt siyasetinde ‘şiddetin’ devam ediyor olması da AKP’nin tavrını sertleştiriyor. Öte yandan Kürt sorununa sempatiyle yaklaşanlar da son PKK eylemlerinden rahatsız olarak daha barışçı bir Kürt siyasetinin gerekliliğine işaret ederek kendi aralarında ayrışıyor.
Peki ama ‘ayrışma’ kendi başına olumsuz bir olgu mudur? Ayrışıyor olmaktan dolayı üzülmeli miyiz? Korkmalı, paniklemeli miyiz?
Benim cevabım ayrışmalar şiddeti içermeyen karşılaşmalarla yürüyüp gidiyorsa bir sakıncasının olmadığı şeklinde. Çünkü yaşadığımız bu ‘ayrışmalar’ seksen yıllık bir ‘devlet’ odaklı toplum yönetiminden ‘demokrasi’ dediğimiz ‘halk’ odaklı bir yönetim biçimine doğru atılan adımların sonucu. Bu nedenle de yaşadığımız olaylar ‘ayrışmalara’ yol açtığı kadar aslında yeni ‘bütünleşmeleri’ de tetikliyor. En azından benim gözlemlediğim bu.
Tabii bütünleşmeye yöneldiğimiz “demokrasi” konusu üzerinde o kadar da bütünleştiğimiz bir konu değil. Çünkü demokrasi kavramının tarihi bizde çok eski değil. “Demir kırat” olarak 50’lilerde öğrendiğimiz bu kavramın genel toplum nezdindeki algılanışı “sandığın” çok ötesine geçmedi henüz. “Demir”in ima ettiği “otoriterlikle” birlikte anılmasında da bir beis görülmediğine göre bu mevzuu da gidecek oldukça uzun bir yolumuz olduğu da kesin. Örneğin seçimlerde toplumun bütün oylarını almış bir tek parti iktidarını demokratik bir yönetim olarak kabul edebilir miyiz? Toplumda farklı çıkarlar olmasa, ya da tersten söylersek toplumda herkesin çıkarı birbirleriyle örtüşmüş olsa buna evet demek mümkün. Ama böyle bir toplumun içinde yaşadığımız toplumların doğal durumu olmadığı da açık. O nedenledir ki Başbakan Erdoğan’ın seçimlerden hemen sonra yaptığı bir konuşmada “Bize oy veren yüzde 50’yi değil, bize oy vermeyen yüzde 50’yi araştırıyoruz” demesi beni rahatsız etmişti. Bu tıpkı Fenerbahçelilerin “Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak!” sloganına benzer bir durumu ima ettiği için. Öyle ya bir gün herkes Fenerbahçeli olduğunda Fenerbahçeliler kimle top oynayacaklar ki? Dolayısıyla bu duruma futbol demek ne kadar anlamlı olacak ki?
Nasıl bir demokrasi istiyoruz?
Demokrasi, farklı çıkarların üzerine yükselebilecek bir yönetim tarzı. O nedenle de çıkarların farklılaşmış olduğu günümüz toplumlarına uygun bir tarz. Çıkarlarımızın farklılığı bizi çatışmacı bir karşılaşmaya götürse de bu karşılaşmaların gerçek çatışmalara yol açmadan konuşularak, müzakere edilerek çözülmesi yine demokrasiyle mümkün.
Durmadan ayrışıyoruz. Hemen her konu yeni bir ayrışmanın konusu. Sanki seksen yıldır dondurulmuş bir toplum buzları çözülüyormuş da hayata kavuşuyormuş gibi. Bunun en etkili göstergesi ise artık eski tartışmaların anlamlarını kaybetmiş olmaları. Bugün kimse şeriattan da askeri darbelerden de korkmuyor, bunları tartışmıyor. Tartıştığı şiddet, Kürt sorunu ve onun etrafında yeni anayasa meselesi, yani nasıl bir demokrasi olsun meselesi.
Bu nedenle de yaşadığımız ‘ayrışmaları’, her ne kadar kendi kişisel dünyalarımızda düş kırıklığı, iç burukluğu, dostlukların çözülüşü biçiminde yaşıyor olsak da yeni bir arayışın işaretleri olarak da okumak mümkün.
Bu çıkan gürültüler ne diye sorarsanız, yeni bir köprüyü kurmaya çalışanların ayak seslerinden başka ne olabilir ki?
Tedirgin olmayalım!.
Kaynak:Star Gazetesi/Açık Görüş
Yorum Yap