- 27.08.2011 00:00
Sanırsınız günümüzün toplumlarında “mağdur olmak”, hegemonik devlet karşısında kimliğinizden ötürü ötekileştirilmiş olmakla ilgilidir. Ya da ekonomik olarak yoksul olmakla ya da eğitimsiz kalmış olmakla. Bütün bunlar bugün “mağduriyet” kavramının ortaya çıkış biçimleridir ama bir de koca bir “serbest piyasa sistemi” karşısında “tüketici” olarak mağduriyet vardır ki bu biçimi Türkiye’de pek konuşulmaz.
İktisatçılar derler ki piyasaların ürettiği sonuçlardan kendinizi mağdur hissediyorsanız yapabileceğiniz iki şey vardır. Bunlardan biri o piyasadan “çıkmak” (exit), diğeri ise çeşitli araçlarla “ses çıkarmak” (voice).
“Piyasadan çıkmak”tan kastedilen ürününü almakta olduğunuz firmanın sizi memnun etmeyen bir davranışı karşısında o ürünü almaktan vazgeçmenizdir.
Örneğin aldığınız üründen bir nedenle memnun değilseniz, ya da ürünü alırken firmanın sizi yanlış yönlendirdiğini düşünüyorsanız (aldatıcı bir reklam gibi) ve bundan dolayı da kendinizi “kandırılmış” gibi hissediyorsanız yapabileceğiniz şeylerden biri o ürünü almaktan vazgeçmektir. Yani “piyasadan çıkmaktır”.
“Ses çıkarmak”tan murad ise memnuniyetsizliğinizi sağa sola yazılar yazarak, yani “ses çıkararak” yetkili mercileri ve tüketicileri uyarmaktır.
“Piyasadan çıkmak”, yani aldığınız firmanın ürününü almaktan vazgeçmek,
firmaların, dolayısıyla da piyasanın üzerinde sert bir etki yapar. Firmanın talebi aniden düşer ve onun piyasadan elenmesine yol açabilecek gelişmeleri tetikler.
Oysa “yetkili merciler” ve “kamuoyu”nu uyarmak yönünde “ses çıkarmak”, firmalar üzerinde yumuşak bir etki üretir. Firmalar uyarılarak, tüketicilerin zararına olan davranışlarından vazgeçmeleri sağlanmaya çalışılmış olur. Etkileri farklı olsa da bu iki insan davranışının tüketicileri mağdur eden firma davranışları karşısında bir tür düzenleyici bir işlev gördüğü söylenebilir.
Bu arada “piyasadan çıkmak” şeklindeki davranışın daha çok Amerikan toplumunda, “ses çıkarmak” biçimindeki davranışın ise daha çok “Avrupa”da yaygın olduğunu ekleyelim.
Peki, bizde durum nedir?
Bizdeki durum, Doktorun “Ne yersen ye!” dediği durumdur. Aldığın mal ya da hizmetten memnun değilseniz, firma tarafından aldatıldığınızı ya da kandırıldığınızı düşünüyorsanız yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Üstelik bu ülkede koca kaplı Tüketici ve Ticaret Kanunları olmasına rağmen, yoktur.
“Piyasadan çıksanız” da yetkili mercilere yönelik “ses çıkarsanız” da, çatlasanız patlasanız da yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.
Yoktur çünkü bu ülkede “serbest piyasa” düzeni sahiden “serbesttir”. “Kim kimi tutarsa” şeklinde çalışır. Kanunlar ve düzenlemeler yoktur demiyorum. Kanunlar ve düzenlemeler, kapalı bir dünyanın kapalı kapıları arkasında hazırlanmış olduklarından tüketiciler yerine doğrudan firmaları korumak için vardırlar.
Onun için bir “ayıplı maldır” gider. Eğer mal ayıplıysa iade alırım der firma. Sonra da ama sen zaten ambalajını açmışsın diyerek talebini reddeder. Sanki ambalajı açmadan malın ayıplı, eksik, size söylendiği gibi çıkmamış olması anlaşılabilirmiş gibi.
Ama dedim ya bizim serbest piyasa düzenimizin firmaları için bunların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Tüketici mağdur olmuş, tüketici hayal kırıklığına uğramış, tüketici çıldırmış onu pek ilgilendirmez. Çünkü bir kere malı satmıştır. Zafer onundur ve hiç kimsenin onun bu zaferini elinden alması mümkün değildir. Çünkü gücün en güçlü biçimi odur. Aslında o, gücün ta kendisidir.
Bir sonraki yazımda bu konuyu üstelik de ülkenin en büyük mağazasında teknolojik bir ürünle ilgili somut bir örnek üzerinden ele alacağım. Ama yazıyı bitirmeden altını çizmeliyim ki serbest piyasa düzeni böyle işledikçe ülkede zenginler daha zengin fakirler de daha fakir kalmaya devam edecek demektir.
“Kimsesizlerin kimsesi olduğunu” iddia eden, “mikro reformlar” yapacağını söyleyen hükümetin ise bu vahşi düzen karşısında kimsesiz kalmışların, bu güçlü firmalar dünyası karşısında kendini mağdur hissedenlerin farkına varacak mı, göreceğiz.
Unutmayalım ki arşın burada olduğuna göre Halep’in nerede olduğunun pek bir önemi yoktur.
erolkatircioglu@gmail.com
Yorum Yap