- 21.10.2014 00:00
Başbakan’ın pazar günü “akillerle” yaptığı toplantıda ileri sürdüğü düşünceleri ben oldukça düşündürücü buldum. Cumhurbaşkanı’nın “Kobanê’yle ne ilgimiz var?” cümlesinden sonra başbakanın “Kobanê’yi Suruç’tan ayırmak mümkün değil” demesi önemliydi. Ama bence daha da önemlisi bu cümleyi söyledikten sonra söyledikleriydi: “Ya bu sınırlar barışcıl çabalarla anlamsızlaştırılacak ya da bu acılar çekilecek.” Her ne kadar bu cümleler, Suriye sınırları özelinde söylenmiş olsa da hükümetin bu meseledeki genel yaklaşımın da ipuçlarını veriyor bence. Bir başka deyişle yukarıdaki cümleyi kuran başbakanın bizim Kürt sorunu ile ilgili olarak da “Ya bu sınırlar (siz bunu ulus iddiası olarak okuyun) barışçıl çabalarla ‘anlamsızlaştırılacak’ ya da bu acılar çekilecek” gibi benzer bir cümle kurması da hiç zor değil. Ki bence başbakanın da hükümetin de benimsediği yaklaşım da bu. Yani, ulus iddialarını barışçıl yollarla anlamsızlaştırmak.
Doğrusu bu yaklaşım “ulusalcılık” düşüncelerine sempati duymayan biri olarak benim karşı çıkacağım bir yaklaşım değil. Kürtler arasında ise değişik düşüncelerin olduğu da biliniyor. Ama her neyse burada sanırım önemli olan “barışçıl” denilen yolların neler olduğu. Eğer bu “barışcıl” denilen yollar gerçek katılımcı bir demokrasi vizyonunu içeriyorsa, yani Kürtlerin hak ve hukukundan da sözediyorsa başka, egemen ulusun “İslamcı siyasetinin” dindar Kürtler ve yaratılacak ticari ağlar üzerinden bir entegrasyonu ima ediyorsa başka bir anlam taşıyacaktır. Doğrusu dünkü konuşma bu bakımdan da ilginç ve önemli ipuçları taşıyor.
Başbakan diyor ki: “Çözüm sürecinin sahibi milletin ta kendisidir. 70 belediye başkanımızı Ankara’da ağırladım. Hepsi şunu söylediler: ‘Çözüm süreci alanda öyle kullanıldı ki sanki bütün Kürtleri tek bir parti, tek bir eğilim temsil ediyor gibi.’ Çözüm süreci sadece bir tarafı ikna etmeye dayalı bir süreç değildir. Böyle bir ikna borcumuz da yok.”
Çözüm süreci tabii ki bir tarafı ikna etmeye dayalı bir süreç değildir ama siyasi talebi olan Kürtlerin siyasi iradesi de bellidir. Nitekim hükümet de bu nedenle “İmralı” ve “Kandil”le görüşmüyor mu? O zaman bu cümlenin anlamı ne? Eğer çözüm sürecinin sahibi “milletin ta kendisidir” diyerek, muhatabımız da “millettir” diyorsanız, aslında bu, gerçek muhatabınızın KCK/PKK/HDP olduğunu açıkça ortaya koymak istemediğinizin bir başka ifadesi değil midir? Siz belki tabanınızdaki Türk milliyetçileri için bunu böyle söylemiş olabilirsiniz ama, bu sözlerinizin Kürt tarafında büyük bir güven krizine neden olduğunu da görmelisiniz.
Kısacası “yol haritası”nın açıklanacağı bu dönemeçte bunların daha açıklıkla ortaya konması gerekiyor. Tabii hepsinden önemlisi de başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere bütün hükümet yetkililerinin “dillerini” değiştirmeleri, “ikna borcumuz yoktur” ya da “misliyle” diyerek ortalıkta kasım kasım kasılıp volta atmaktan vazgeçmeleri gerekiyor.
Geçen haftaki yazımda HDP’nin son kararını yanlış bulduğumu söylemiştim. Burada HDP’nin misyonuna da uygun olarak demokratik gösteri hakkının kullanılmasına dair bir çağrı yapmasının normal ve beklenen bir adım olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Ancak konjonktürün değerlendirilmesiyle bu hakkın kullanımını daha örgütlü ve daha güçlü gösterilerle ertesi güne bırakabilirdi. HDP’nin çağrısını bir tür “serihildan” olarak okumak ise hem HDP’nin misyonuna ve hem de HDP’nin Kürt siyasetiyle olan ilişkilerine haksızlık yapmak olur. HDP, içinde (belki biraz daha vurgulu biçimde) Kürtlerin taleplerinin de ifade edildiği devlet karşısında mağdur edilmiş kesimlerin siyasi partisidir. Bu nedenle de Kobanê eylemlerinin faturasını HDP’ye çıkarmak bence insafsızlık olur. Buradan bir tür “eşitlik” kurmak gibi bir düşüncemin olmadığını da söylemeliyim. Ben bu olayları, bu ülkeyi yöneten kadroların, bu türden hak arayışlarına karşı nobran, üsten konuşan ve toplumsal duyarlılıkları yalnızca kendi kesimleri ile sınırlı bir anlayışla davrandıklarından kaynaklandığını düşünüyorum. Sonuçlarının ise karşı olsam bile bu toprakların gelenekleriyle tutarlı olduğunu görüyorum.
Yorum Yap