- 16.07.2011 00:00
Dünya, seksenli yıllarda iletişim teknolojilerindeki devrim niteliğindeki değişimler sonucunda küreselleşme adı ile andığımız yeni bir evreye girdi. İletişim teknolojileri, başta medya olmak üzere bir yandan toplumların birbirleriyle ilgili bilgilerini arttırıyor diğer yandan da yaşam temposunu hızlandırarak gelecekle ilgili müthiş bir belirsizlik yaratıyordu.
Böylelikle nereye gittiğini bilmediğimiz hayatlarımızın daha da hızlanması, herkes için fırtınalı havalarda açık denizlerde kaybolup gitmeyi önleyecek, deyim yerindeyse halatını bağlayacağı bir “iskele babası” ihtiyacı doğurdu. Bu, “kimliklerimiz”di.
Kimliklerimizin keşfi “ulus-devlet” çatısı altında, o güne dek yaşanmakta olan “toplumsal birlikteliğin” kodlarının ve mekanizmalarının değişimini gerektirdi. Dün yaşadığımız, bugün de devam eden “mikro milliyetçilikler”, “inanç” temelli yeni talepler ve demokratik mekanizmaların “katılımcı” bir biçimde oluşması istekleri de bu nedenle.
İçinde böylesi yeni taleplerin çıktığı ulus-devletler kendilerini bir yandan parçalanma tehdidi altında hissediyorlar diğer yandan da böyle bir parçalanmayı önleyebilecek yeni bir demokrasi oluşturmakta zorlanıyorlar.
Fakat bütün bu gerilimli ilişkiye rağmen, aynı “ulus-devlet” çatısı altında farklı kimliklerin rekabetinin, bu rekabetin ulus-devleti parçalamaktan çok (en azından parçalanmanın getireceği belirsizlikler dikkate alındığında) ulus-devlet içindeki demokratik mekanizmaların genişlemesine yol açarak “yeni”, “daha demokrat” ve “çok kimlikli” bir toplumun oluşmasına neden olabileceği de açık.
Türkiye’ye gelince, Türkiye 1980’lerden bu yana, “ulus-devlet” kurulurken asimile olacağı umulan farklı toplum kesimlerinin, yukarıda sözünü ettiğim süreçten etkilenerek kendi kimliklerini ve bu kimlikler etrafında yaşanmış mağduriyetlerini öne çıkardıkları bir sürece girdi. Bugün açıktır ki toplumdaki “çatışmacı” ve “gerilimli” ortamın ardında bu taleplerle bu talepleri karşılamada yetersiz kalan bir demokrasi arasındaki uyumsuzluklar var.
Son seçimlerde Türkiye’nin üç temel kimliği, Müslümanlar, Kürtler ve Aleviler, kemalist devletçi hegemonya karşısında kendilerine yakın buldukları partiler etrafında saflarını daha da sıklaştırarak kenetlendiler. AKP, BDP ve CHP, bu farklı kimlikleri kendilerine çeken mıknatıs misali bir işlev gördüler. (O nedenle de örneğin kimse AKP’yi “işverenlerin”, BDP’yi [içindeki ve Blok’taki sosyalistleri] de “işçilerin” başarılı kıldıklarını söylemesin. Eğer bir başarı varsa o başarı da bu partilerin arkalarındaki “kimlik” dinamiklerinden kaynaklanmıştır “sınıf” dinamiklerinden değil.)
Bütün ulus-devletler gibi bizim de sorunumuz kimliksel farkları da içerecek yeni bir demokrasiyi tanımlayabilmek. Bunun için de kendi kimlik mağduriyetlerimiz üzerinden yürüyor olsak da kimliklerimize sahip çıktığımız kadar her an kimliklerimizden vazgeçmeye de hazır olabilmemiz gerek. Kimliklerimizi aşan ve hepimizin birlikte yaşayabilmemizi mümkün kılacak yeni bir demokrat kimliğe ulaşabilmek için. Bence bütün meselemiz de budur.
Oysa olanlara bakarsak bu yolun tam aksine doğru gider gibi bir halimiz var. Daha yolun başında YSK’nın kendisine vazife olmaması gereken bir müdahaleyle seçim sürecini sorunlu hale getirmesinin yol açtığı “yemin krizi” bitmemişken dün onlarca gencin öldürülmesi olayı işleri daha da krize dönüştürecek gibi.
Ben bu krizin de bundan sonraki olası krizlerin de çözülmesinde genel olarak Kürt siyasetinin ve özel olarak da BDP siyasetinin daha inisiyatifli davranması gerektiğini düşünüyorum. Bunu, kurulacak demokrasinin en fazla Kürtlere yarayacağı fikrinin ötesinde Kürtlerin kendi kültürlerinin ve bütün tarihsel mağduriyetlerinin etkisiyle bu rolü en iyi onların oynayabileceğine olan inancımdan dolayı söylüyorum.
Çünkü unutmayalım ki bazen en güçlü olan değil en zorda olan oyunu belirler.
Yorum Yap