- 13.12.2012 00:00
Demokrasiyi bir zihniyetten çok bir yönetim biçimi olarak algılayan bir siyasi elitin olduğu bir ülkede eğer şans bir partiye “çoğunluk” olma imkânı sağlarsa, böyle bir demokrasinin otoriterleşmesi de kaçınılmaz.
Bizde olan da bu.
Evet, Adalet ve Kalkınma Partisi sandıktan çıktı ama aldığı desteğin büyüklüğü onun otoriter bir yönetime doğru savrulmasının da nedeni oldu. Son günlerde bu ülkede olup bitenler durumun böyle olduğunu gösteriyor. Özellikle dün bütçe görüşmelerinde önerilen bütçeyle ilgili oldukça fazla sayıda devlet kurumunun Sayıştay raporlarının açıklanmamış olması da bu meyanda. Çoğunluk olduğumuza göre biz yaparız havasında bir iktidarın demokrasisi de böyle.
Ama oluyor işte!
Seçimlerden hemen sonra, yani bundan bir yıl önce bu sütunlarda AKP için bu yol ayrımına işaret etmiş ve bir soru sormuştuk:
“AKP gerilettiği vesayet rejimi yerine gerçekten herkes için yeni bir başlangıç anlamına gelecek daha özgürlükçü kural ve kurumların olduğu yeni bir rejim mi yaratacak, yoksa vesayet rejiminin baskıcı kurum ve kurallarını yenileyerek bu rejimin bir tür rönesansını mı gerçekleştirecek?” (Taraf, 11 Kasım 2011)
Öyle anlaşılıyor ki AKP sorumun ikinci kısmındaki seçeneğin üzerinde yol alıyor eski rejimin baskıcı kurum ve kurallarını yenileyerek bir tür eski rejimin rönesansına girişmiş durumda.
Bu sütunda oldukça fazla vurgulamış olsam da kimlikler üzerinden siyasetin çatışmacı bir siyaset olduğu açık. Öte yandan varolan sorunların çözümü için uzlaşmaların üretilmesi gerektiği de bir o kadar açık.
Oysa “çoğunluk” partisi olmuş olsa da AKP’nin sorunların çözümünde adım atamayışı, bir türlü bir uzlaşma üretememesi “başkanlık sistemini” tartıştığımız şu günlerde aklımızda tutmamız gereken önemli bir husus.
Bu durumda insan bir zamanların “koalisyon hükümetleri”ni yeniden düşünmeden edemiyor. Hiç olmazsa farklı kimliklerin farklı talepleri koalisyon hükümetinin çalışma ortamında zorunlu da olsa bir uzlaşma bulabiliyordu.
Biliyorum sizin de aklınıza, hafızanıza gidip bir zamanlar koalisyon hükümetlerinde durum ne idi diye yoklamak geliyor. Doğrusu benim de gözümün önüne, 1991’deki “İnönü- Demirel Hükümeti”nde, rahmetli İnönü’nün danışmanlarından biri olarak yaşadıklarım geliyor. Çok da parlak resimler değildi hatırladıklarım ama yine de iki liderin saygılı, birbirlerine danışan, birbiriyle konuşan liderler olmaları bile şimdiki duruma göre çok daha ileri bir duruma işaret ediyordu.
Üstelik, o zamanların koalisyon hükümetleri vesayet rejiminin sarmaladığı hükümetlerdi. Vesayet rejimi değiştiğine, siyasi elitin dışından siyasete bir müdahale imkânı kalmadığına göre bu durumda “koalisyon hükümetleri”yle yönetilen bir parlamenter sistemi yeniden düşünmek bence gerekiyor.
Hele hele sorunlu bir demokrasi zihniyetiyle “başkanlık sistemi” gibi bir ne olacağı belli olmayan, ama bugünden baktığımızda da sonuçlarının parlak olma olasılığı oldukça düşük olan bir sistem yerine“koalisyonlarla” yönetilmeyi mümkün kılacak “barajın” düşürüldüğü bir seçim sistemiyle yeni bir anayasa belki de çok daha yararlı bir seçenek olabilir.
Benim de etrafımda bu durumun böyle olacağı başından da belliydi, neden AKP’nin meşrulaştırılmasına katkıda bulundun diye eleştirenler var. Benim yazılarımın öyle bir etkisi olduğunu bilmiyorum ama, sorunun AKP’den çok toplumun sosyolojisinde olduğunu görmek gerekiyor. Hani neredeyse şu: “Kim ki bu topraklarda ‘çoğunluğu’ temsil ediyor, toplumun hâkimi de odur.” Bunun demokrasiyle bir ucundan bir ilişkisi olabilir ama böyle bir anlayışla yönetilen bir ülkenin sorunlarını çözmesi de pek mümkün değildir.
En azında yüzüne gözüne bulaştırmadan...
erolkatircioglu@gmail.com
Yorum Yap