90 yıl öncesine ait ibretlik fotoğraf

  • 6.02.2015 00:00

 Sene 1925... Kurtuluş Savaşı'nın zor şartlarına binaen ihdas edilen İstiklal Mahkemeleri, artık siyasi bir hüviyet kazanmıştır. Muhalif görülenler ağır cezalara çarptırılır, idamlar edilir. İtiraz edilecek bir üst mahkeme yolu ta baştan kapatılmıştır zaten. Milli Mücadele'de emeği geçen; hatta ona önderlik edenler bile “vatan hainliği” ile suçlanmaktadır. Geniş çaplı bir tasfiye başlar!

Ve sıra gazetecilere gelir.

Gazete yöneticileri tek tek tutuklanmaya başlar. Şeyh Said isyanını bahane eden güdümlü yargı, birbirine zıt görüşlerine aldırmaksızın gazetecileri hapse atmaya tereddüt etmez.  Önce Diyarbakır, ardından Elazığ hapishanesi. Kimler yok ki!

Haziran 1925'te Elazığ Şark İstiklâl Mahkemesi'ne, tutuklanarak, Şeyh Said isyanı bahane edilerek çıkarılan gazeteciler:

1- Eşref Edip Fergan (Sebilürreşad), 2- Velid Ebuzziya (Tasvir-i Efkâr), 3- Sadri Ethem Ertem (Son Telgraf), 4- Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu (Son Telgraf), 5- Abdülkadir Kemali Öğütçü (Tok Söz-Adana), 6- Ahmet Emin Yalman (Vatan), 7- Suphi Nuri İleri (Son Telgraf), 8- İsmail Müştak Mayakon (İstiklal Gazetesi), 9- Ahmet Şükrü Esmer (Vatan), 10- Gündüz Nadir (Sayha Gazetesi-Adana)

6 Mart 1925 tarihinde altı gazete birden (Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, İstiklal, Sebilü'rreşad, Aydınlık, Orak-Çekiç) kapatılır. Savcı'ya göre “İsyanın türlü türlü sebepleri vardır” ve “Bu sebeple gazeteciler buraya celbedilmeli, yazılarının isyana tesiri dokunduğuna kanaat gelen gazeteciler davaya dahil edilmelidir”. Tutuklamalar, yargılamalar… Bir yandan da idam cezaları infaz edilmekte, gazetecilere ibret-i âlem olsun diye seyrettirilmektedir. Bir günde 47 idam cezası uygulanarak rekor kırıldığını anlatıyor sanıklar.

Dosyalar boştu, suçlamalar asılsızdı; ama maksat hâsıl olmuş o günkü basın, yargı yoluyla derin bir sessizliğe gömülmüştü. Suç bulunamayınca zorlama teviller yapılıyordu. Mesela Eşref Edip'e okur mektubu ve o mektuba verdiği cevap soruluyor ve o yazışmalar suç delili sayılıyordu. Hakim, Ahmet Emin Yalman'a bir okur mektubunu da sordu. Ünlü başyazar Yalman, her gün onlarca mektup geldiğini, bunların kime ait olduğunu bilemeyeceğini ifade etti. Hakim, bir açık yakalamışçasına sevinerek (!) devam etti: “Bu mektubun Şeyh Said'in oğlundan gelmediğini ispat ediniz.” Gel de ispat et! O ana kadar mahkemede silik bir duruş sergileyen Ahmet Emin Yalman, dayanamamış “Mektubun Şeyh Said'in oğlundan geldiğini söylemiş ve “Mahkemenin ilgilendiği herhangi bir suçla uzaktan yakından münasebeti olup olmadığını siz ispat edin” demek zorunda kalmıştı…

Dünya görüşleri farklıydı yazarların. Öyle ki Sadri Ethem mahkeme huzurunda hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve şöyle diyecekti: “Haydi ben fena bir adam olayım. Fakat nasıl olur da beni Velid ve Eşref Edip Beylerle aynı suçtan dolayı muhakeme edebilirsiniz? Ben onların düşünceleri ile senelerce mücadele ettim.”

TUTUKLU GAZETECİLER ‘BAĞLILIK YEMİNİ''NE ZORLANINCA...

Maksat tam da buydu: Farklı düşüncelerin eleştirel tutumuna karşı baskı oluşturmak ve herkesi sindirmek. Yoksa cümle âlem de biliyordu ki Velid Ebuzziya, İleri Gazetesi'nin sahipleri Suphi Nuri İleri ve ağabeyine karşı en ağır eleştirileri yöneltmiş; onları “şakşakçı, fırıldakçı” olarak hicvetmişti. Suphi Nuri Bey, kısa hatırasında Velid Bey'e saygısını ifade eder; ama aralarındaki fikir ayrılığını ve kalem savaşlarını da anlatır. Tutuklanan gazetecilerin tamamı Milli Mücadele'ye fikir ve yayınlarıyla destek vermiş, o çetin günlerde kahramanca davranmıştı; ama devir değişmişti. A.Emin Yalman, dostlarının ricası üzerine İsmet Paşa'ya bir mektup yazdığını, tekellüf dolu istirhamların arasına birkaç gazetecilik ilkesini de eklediğini anlatıyor. O ürkek metni okuduktan sonra İsmet Paşa şöyle demiş: “Bu bir bağlılık ve pişmanlık ifadesi değil… Adeta bir siyasi nota…” O günkü devlet mantığı belki de böyle bir şeydi. Bir gazetenin başyazarı devlet büyüğüne mektup yazacaksa “bağlılık ve pişmanlık” ifade etmeliydi. Çünkü mahkemeler hazır bekletiliyor, savcılar iki dudak arasından çıkacak bir talimata göre iddianame hazırlıyor, hâkimler Ankara'yı üzmemek için her gün birilerinin kalemini kırıyordu…

Tutuklu gazetecilerde bir burukluk; hatta kızgınlık söz konusuydu. Mesela Suphi Nuri İleri, Cumhuriyet'in kuruluşuna hususi destek vermişti. Bunu en iyi bilen kişi Mustafa Kemal'di. Zaten bu nedenle kendisine milletvekilliği teklif etmişti. O ise vekillik için sirk cambazlığına soyunanların aksine “nefsime güvenim yok” diyerek reddetmişti vekilliği. Ne var ki siyasi şartlar değişmiş, vefasızlık onu idam sehpasına doğru sürüklemişti. Üstelik artık Milli Mücadele'nin fikir çilesi çeken insanları gitmiş, goygoycular işgal etmişti meydanı. Suphi Nuri, o tip insanlar için ‘sonradan gelen hesabîler' diyor ve ekliyordu: “Şunu da söyleyeyim ki aradan çok vakit geçmişti. Mustafa Kemal Paşa, artık Atatürk olmuştu. Ben herkese iltifat eden, herkesin izzet-i nefsine hürmet eden centilmen Mustafa Kemal'e alışmıştım. Sonradan haber aldığıma göre, Atatürk, çok değişik imiş…” Acı ve dostça bir sitemdi tabii ki bu sözler...

İddianameler bir türlü yazılmıyordu. İfade aralıkları çok uzun tutuluyordu. Sanıkların hatıralarından anlaşıldığına göre yeni tutuklamalar olacağı söyleniyor, mahkeme süreci uzatılıyordu. Yerel gazetelerde çalışan genç gazeteciler bile hapishaneye getirilmişti. İsmail Müştak Bey, o akılalmaz baskılar altında “İşte gözdağının ispatıdır bu çocuklar” diyor ve ekliyor: “Bunlar bir daha ellerinde kalem olduğu müddetçe âfâki mevzulardan başkasına dil uzatabilir mi?”

‘SUÇ MU İŞLEDİK Kİ ÖZÜR DİLEYECEĞİZ!'  

Uzun süre devam eden yıldırma, sindirme operasyonundan sonra gazeteciler için bir özgürlük kapısı aralanır. Bir formül bulunmuştur. Buna göre, tutuklu gazeteciler Ankara'dan “af ve müsamaha” dileyen bir telgraf çekecek ve  akabinde mahkeme düşecek, bütün gazeteciler serbest bırakılacaktı. Eşref Edip'in hatıralarına (İstiklal Mahkemeleri'nde/Beyan Yayınları) bakacak olursak haber cezaevine ulaştığında o gün tam bir bayram havası yaşanır. Gazeteciler sevinçle birbirine sarılır hatta ağlaşanlar olur. “Af ve müsamaha talebi” için kaleme kâğıda sarılanlar bile vardır. Sabahı beklemeden telgraf çekmek isterler.

O bayram havasını haklı davasından asla vazgeçmeyi düşünmeyen heybetli bir adamın keskin cümlesi dağıtıverir. Adam, hançeresi yırtılırcasına aynen şöyle bağırır kader arkadaşlarına : “Bizim suçumuz mu var ki merhamet dileneceğiz? Var ise mahkûm etsinler. Yok ise beraat versinler!”

Kim miydi bu adam? Tabii ki Velid Ebuzziya. Defaatle kapatılmış Tasvir-i Efkâr, Tevhid-i Efkâr gibi birbirine benzer isimlerle pek çok gazeteyi çıkaran adam. Çanakkale cephesinde düşman karargâhlarının havadan çekilmiş fotoğraflarını yayımladığı için İngilizler tarafından Malta'ya sürgün edilen gazeteci. Sürgünden sonra da Milli Mücadele'ye destek veren, Cumhuriyet sonrası bazı uygulamalara bazı şerhler koyan kalem...

Bir de başka bir vasfı daha var Velid Bey'in: Zaman Gazetesi'nin kurucusu.

İşte bu asil adamın “Suç mu işledik ki özür dileyeceğiz” haykırışından sonrasını Eşref Edip'in hatıralarından (kısaltılmış halinden) takip edelim:

Müştak'ın elleri titremeye, Suphi Nuri ile Sadri Ethem'in dizleri sarsılmaya başladı. Müştak, gözlerini son haddine kadar açarak Velid'e çıkışıyor:

- Aman, Velid, ne diyorsun? Bu bir lütuf, büyük bir lütuf! Ne olacak, birkaç sözle kurtulacağız.

- Siz ne isterseniz yazınız. Ben hiçbir kimseden merhamet dilenmem.

Müştak, konuşmaya devam ediyor:

- Şimdi hep beraber olalım da şu Velid'i yola getirecek çareler bulalım. Bu işi yapsa yapsa Eşref yapabilir.

- Haydi Eşrefciğim, sen bunu yaparsın. Velid seni çok sever, sen ne yapar yapar onu ikna edersin.

Vallahi, onun yola geleceğine hiç aklım kesmiyor. O kat'i kararını vermiş. Ne olursa olsun, darağacına giderim, “af ve müsamaha” dilenmem diyor.

Velid odasına çekilmiş, pencerenin önünde oturmuş, darağacını seyrediyor. Derin derin düşünüyor. Suratını asmış. Hiç kimseyle konuşmuyor.

Yavaşça kapının mandalını açtım. Sessizce odaya girdim. Hızla başını çevirdi. Sert bir tavırla:

- Eşref, bu meseleyi konuşmaya geldinse, çok rica ederim, beni yalnız bırak.

- Hayır, o meseleyi konuşmayacağım. Sadece sizin ıstırabınıza iştirak etmek istiyorum.

- Ne zillet bu! Ne zulüm bu! İnsan yaşamaktan iğrenir, tiksinir. Bir sürü masum insanları yakala. Suçları yokken hapishanelere doldur. Aylarca darağaçları altında sorguya çek. Kıvrandır, öldür. Sonra hiçbir suç isnadına imkânı bulamayınca “af ve müsamaha dilen” de, “seni beraat ettireyim” de… Bu, ne hayasızlık! Bu, ne zulüm ve işkence! Engizisyondan bin beter…

- Çok yalvarıyorlar. Bunu bir mesele yapmasın, diyorlar. Değmez boş yere ısrar ve inada mahal yok.

- Allah aşkına beni bırakınız. Ne isterlerse yapsınlar. Ne dileneceklerse dilensinler. Ben katiyen hiç kimseden “af ve müsamaha” dilenmem, işte o kadar…

Kapıdan çıkınca baktım, arkadaşların hepsi oraya toplanmış, idam kararını bekleyenler gibi müthiş bir azap ve ıstırap içinde kıvranıyorlar. Beni donuk görünce çılgına döndüler.

- Mahvolduk. Bu adamın inadı yüzünden hepimiz gürültüye gideceğiz.

- Vallahi çok uğraştım ama imkânı yok. Dediği dedik, kat'i kararını vermiş, darağacına giderim yine “af ve müsamaha” dilenmem. Onlar istediklerini yapsınlar, beni bıraksınlar.

- Hayır Eşref hayır mutlaka dönecek, sen onu döndüreceksin. Bunun başka yolu yok.

- Bunu bu şekilde yapmasak da suya sabuna dokunmadan bir şeyler yazsak olmaz mı?

- Olur, canım olur. Esas itibarıyla muvafakat etsin, razı olsun. Onun istediği gibi yazarız.

- Fakat şimdi çok sinirlidir. Biraz vakit geçsin, bir iki saat sonra bir kere daha görüşüp ikna etmeye çalışalım. Üzerine varmayalım da biraz sinirleri yatışsın.

Öğle oldu. Yemek vakti geldi. Yemekte herkesin lokması boğazında. Velid sofraya gelmedi. Odasına kapanmış, oturuyor. Defalarca buyur edildiği halde gelmedi.

Yemekten sonra bir tepsiye bir şeyler koyarak yanına gittim.

- O ne? dedi.

- Hiç, limonata. Biraz da kahvaltı. Sabah da bir şey yemediniz. Birkaç lokma alsanız iyi olur.

- İstemem. Hiçbir şey istemem.

- Yapma kardeşim, böyle zamanlarda sükûnetle hareket etmek lazım. Sizin yiğitliğinizi herkes bilir. Şeref ve haysiyetiniz için hayatınızı feda edeceğinize de hiç kimsenin zerre kadar şüphesi yok. Fakat böyle tehlikeli zamanlarda hayatı korumak dinin emirlerindendir. Peygamberimiz bile müşriklerle mücadelede nice ağır şartları kabul etti. Senin gibi yiğit ve cesur olan Hazreti Ömer'in de havsalası bunu almadı. Fakat Peygamberimiz onu teskin etti, İslam'ın hayatı namına ağır şartları kabul etti. Peygamberimiz'in bu ağır şartları kabul etmekle şeref ve haysiyeti mi kırıldı? Sonra bir nokta daha var: Sizin gösterdiğiniz bu hassasiyet, elbette takdire şayandır. Ancak bir şartla ki, yalnız şahsınızı alakadar eden bir hususta olursa!

Onun zayıf tarafı da bu idi. Başkasının felaketi üzerine bağdaş kurup mağrur olmazdı.

- Ya! Eşref, beni ikaz ettin. Sana candan teşekkür ederim.

Dedi ve ağlamaya başladı. Başını iki elleri arasına aldı, çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı...

Hemen birkaç kelimeden ibaret bir şey yazıldı. Hepimiz imza ettik. Biraz sonra Velid'e götürdüm. Göz gezdirdi. Hiçbir şey söylemeden imza etti...

Yaşatmak için yaşamayı tercih etmişti Velid Bey. Eşref Edip, onun arkasından şöyle yazdı:

“Koca Velid, kahraman Velid! Yiğit, cesur Velid! Hazreti Ömer'in ruhunu yaşayan Velid! İslam davasının sadık mücahidi Velid. Allah'ın gufranına, merhametine bürünerek yüce kalbinde şan u şerefle yaşa!

NOT: Elazığ İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanan gazetecilerin akıbetini de yarın anlatayım müsaadenizle…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums