Halk aldanmaz, inandığı aydınlar aldanırsa aldanır!

  • 30.03.2014 00:00

 Bir huzursuzluğun romanı: Huzur

Prof. Berna Moran, "Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış" başlıklı eşsiz serisinde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın otobiyografik romanı Huzur'u bu başlık altında ele alır. Tanpınar,Mümtaz'ın dünyası ve Nuran'a aşkının etrafında inşa ettiği romanda değerler çatışması üzerinde durur. Berna Moran altını kalın bir şekilde çizer ki, Tanpınar "meseleleri" olan bir romancıdır.

Bu ülkenin gördüğü en sert kampanyalardan ve "artık her şeyin bu ülkedeki hayatın olağan akışına uygun olabileceği" inancını yerleştiren tuhaf tanıklıklarımızın ardından seçim sonuçlarını beklerken Huzur'dan bir bölümü paylaşmak istedim sizinle. Zira bugünün Türkiye'sini sadece "bir huzursuzluğun romanı" olarak yakalamıyor Huzur. Bireysel plandaki aşk, güvensizlikler, hayal kırıklıkları, yanılgılar, kıskançlıklar bir yana, misal halk ve aydınlar gibi kadim bir meseleye de kuvvetli bir bakış atılıyor romanda.

Tanpınar, "Hayat etrafında döneceği değerleri bulur, düşünce, etrafında yüzünü saadete çevirmiş bir cemaat görür" der, ama bir sayfa sonra ekler:

"Muvazaalar (gerçeği gizlemeye yönelik anlaşmalar. D.A) daima tehlikelidir. Bugüne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkânsızlıklarla bize ödetebilirler..."

Bugün ne pahasına olursa olsun elde edilmeye amade olunmuş amaçlar, menfaatler, gündeki zaferler geleceği kurtarmaya yetmez. Gelecek de zamanının düşüncesi etrafında bir hayat inşa edecektir.

Birinci baskısı 1949 yılında yapılmış Huzur, 2. Dünya Savaşı'nın ilanından bir gün önce başlar.

Evet, halk ve aydınlar. Her seçim sürecinde kendisini mutlaka tebliğ eden bir mesele değil mi? Tanpınar, o yıllardan bugüne ve bugünün bütün cephelerine, gazetecileri de ihmal etmeyerek,  çok önemli şeyler söylüyor. Biraz duralım ve hangi düşüncede olursak olalım, bir kez daha düşünmek üzere Huzur'dan bazı bölümlerini hatırlayalım. 

Yer, Mümtaz'ın Emirgân'daki bahçeli evidir. İkramı Nuran yapar. Anne ve babasını kaybettikten sonra Mümtaz'ı yetiştiren ve üzerinde derin izler bırakan amcasının oğlu İhsan toplumu mazi ve gelecek çizgisinde tartışmaktadır. Ara başlıklar bana ait. Buyrun...

 

'Coğrafya, kültür bizden yeni terkip istiyor'

 

- Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam fikrine, bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir seraptır. Uzaktan namütenahî bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı, beş on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.

Mümtaz:

- İşte ben bunu imkânsız görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye'de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar muhitlerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedîm, bir Nef'î, hattâ bize o kadar çekici gelen eski musıkî ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.

Güçlük var. Fakat imkânsız değil. Biz şimdi bir aksülâmel (tepki, reaksiyon, D.A) devrindeyaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Bakî'yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz hâlde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden yeni bir terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.

Şu tefsir yok mu, bu eserin üzerinde durmak ve onu sende yaşayan insan tecrübesine maletmek; bir ona başlasak. İşte onu yapamıyoruz. Demin sevmek dedim, fakat sevmek de kâfi değil; daha öteye geçmek lâzım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz. Halbuki halkımız bunu istiyor.

 

'Halkın kayıtsızlığı uydurduğumuz bir masaldır, o münevverine inanır'

 

Orhan şüpheliydi:

- Hakikaten istiyor mu? Bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsızdır. Bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki... bu işlerde âdeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa şüphede.

Evet halk istiyor. Tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin. Aradaki fark bizde orta sınıfın teşekkül edememesidir. Her an doğmak için hâdiseleri zorlamıştır. Fakat doğamamıştır. Ayrılık manzarası buradan gelir. Halkın kayıtsızlığı veya bizden şüphesi bizim uydurduğumuz bir masal olsa gerektir. Aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir tâbiye. Hani o kısa ve yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan veya okunan gazete sahifelerinde kalan zaferler yok mu? Onları kazanmak için!.. Hakikatte halkımız münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkân yoktur. İki asırdır siyasî hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında yaşatıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

- Ve daima da aldandı?..

- Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı. Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte aklî bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkânsız. Fakat cemiyetlerin birikmiş kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği vehmini verir. Emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik...

 

'Halk deniz gibi susar, fakat konuşacağı ağzı bulunca da...'

 

Halkı sever misiniz?

- Hayatı seven herkes halkı sever...

- Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları?

Halk hayatın kendisidir. Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir. Çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağızı bulunca da...

Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz? Sefaletleri, ıstırapları, endişeleri, hattâ zevki size kapalı kalıyor. Yani hepimize demek istiyorum. Ben Adana'da çalışırken bunu çok iyi duydum. Daima kapının dışındaydım.

Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında durduğumuz içindir. Büyük şeylerin hepsi böyledir. Bir formülde hapsetmek için yakalamağa çalıştın mı, senden uzaklaşırlar. Küçük sefaletlere inersin! Birisinde akla, mantığa, şüpheye, inkâra, öbüründe imkânsızlığa, acze, isyana gidersin... Halbuki kendinde ararsan bulursun.Bu bir disiplin, hattâ bir metot meselesidir.

- Peki ama nasıl buluruz?.. O kadar güç ki... Bazen kendimi Goethe'nin Homonculus'u gibi bir cam kabuk içinde mahpus sanıyorum.

İhsan düşündü:

- Zannetme ki, sana kabuğunu kır! diye cevap vereceğim... O zaman dağılırsın! Sakın kabuğunu kırma! genişlet... ve kendine mal et, kanınla işle ve canlandır.. Kabuğun kendi derin olsun...

Eski talebelerinin karşısında yenilmemek için kelimelerle oynadığını sanıyordu, fakat hayır, asıl düşüncesi buydu. Fert kendisini muhafaza etmeliydi. Kâinat içinde erimeğe hiç kimsenin hakkı yoktu. Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün hayatla kendisini doldurmasını bilmeliydi, ilave etti.

- Homunculus'un kabahati, mahfazasını canlı bir şey hâline getirmemesi, oradan bütün kâinatla birleşmemesi, hulâsa yaşayamamasıdır. Yoksa bir kabuğu olmamasından değil.

Beni anlamadınız ki hocam... Siz de ona ermiş değilsiniz! Erseydiniz içinizde aramaz, kendinizde yaratmağa çalışmazdınız. Ona büyük, geniş, kendisini size ve etrafa cebreden bir realite, bir değerler ve hakikatler mecmuası gibi bakardınız. Bu beni tatmin etmiyor. Tâbir caizse siz yaratıyorsunuz... Ben mevcut olana gitmeği kastediyorum.

İhsan Orhan'ın yüzüne mülâmeyetle baktı, sonra:

Bilmem böyle konuşma neye yarar? dedi. Fakat seninle daha sarih olmak isterim. Şüpheni anlıyorum. Sen kendimden vazgeçmemi, kendimi inkâr etmemi istiyorsun. Sevgiyi ihtiyarî bir iş buluyorsun. Bu itibarla seni tatmin etmiyor. Bana;

At kalbini girdâba, açıl engine ruh ol

diyorsun... yahut da halkı ve hayatını tek realite, yahut bir emir gibi karşıma çıkarıyorsun. Kendin için böyle düşünüyor ve yapmadığın için mustarip oluyorsun. Yalnız bir noktayı unutuyorsun, o da her şeyden evvel bir şahsiyet olduğundur. Ben her şeyden evvel kendime sadık olmak isterim. Bu benim ruh bütünlüğümdür. Ancak onu elde ettikten sonra bir işe yararım. Kendime sadık olmak, yani birtakım kıymetleri kabul etmek daha ilk merhalede beni etrafımdan ayırır. Zaruretiyle onlardan sıyrılırım. Kendimi bir müntehada bulduktan sonra tekrar onlara dönerim. Mistiklerdeki vect hâline girmek ve denizde kaybolmakla hiçbir şey kazanmam ve etrafıma da kazandırmam.

Bu demektir ki, ben hayata muhafazasını istediğim çerçeveler içinden bakarım. Bu çerçeveler benim şahsiyetimdir, tarihi benliğimdir. Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.

 

'Halkı mazlum gördükçe, bir gün zalim olmasını hazırlarsın'

 

Fakat ıstırabını görmüyorsunuz?

- Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlûm gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. Niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben Türkiyeyim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kâinata, insana, her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.

Bu kâfi değil!

Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için kâfi. Hatta müspet bir iş görmek isteyen için.

Peki nedir bu Türkiye?

İhsan içini çekti:

İşte mesele burada. Onu bulmakta...

Ben bu suale bazen cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum. Mesafelerin terbiye ettiği insanlar. Onun aşkı, ıstırabı, hürriyeti. Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle...

 

                                                     * * *

 

Sizde de benzer bir çağrışım yaptı mı, bilmiyorum. Tanpınar elbette "göbeğini kaşıyan adamlar"dan söz etmiyor. Ama "göbeğini kaşıyan" bir kesim varsa, onun halk olmadığını söylüyor!

Velhasıl, insanları, davranışlarını bir formüle hapsetmeye çalışırsanız, sadece onları anlayamamakla kalmaz, kaybedersiniz de... Kafamızda yarattığımız dünya, dünyaya tekabül etmeyebilir. Konfüçyüs'ün sözlerini unutmayın:

En zor şey, karanlık bir odada bir kara kediyi bulmaktır. Özellikle odada kedi yoksa!

İyi pazarlar...

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums