- 23.07.2012 00:00
Bu sene Ramazan ayını sıcak mevsimin ortasına düşmekle kalmayarak, kızgın bir gündemle karşıladık. Arakan Müslümanları Ramazan’a kan revan içinde, yurtsuz bırakılma tehdidiyle girdi. Suriye’den sonra sıra nerede diye merak ediyor insan. Herhalde “düzene tabii” Suudi Arabistan olmayacaktır sıradaki adres, istediği kadar despotik olsun rejimi.
Kimi okuyucularımız bu soruyu defaatle soruyor bana: Kılınan onca namaz, tutulan onca oruç niye feraset ve elbette barış getirmiyor İslam toplumlarına?.. Cevdet Said, “tefekkür yoksunluğu”ndan söz edecektir. Ümit Aktaş TOKAD konuşmasında, İslami düşünce (ve eleştiri) açısından yeni bir paradigmaya duyulan ihtiyacın altını çiziyordu.
Hepimiz her zaman hayata yeniden başlamanın düşlerini kurarız, gecikmelerimiz, hatalarımız, pişmanlıklarımız ve yanlış seçimlerimiz nedeniyle. Yeniden başlasak her şey daha farklı olmazdı belki de.
Orucun da yaşattığı kuru kuruya açlık değil, kendinde hicret, bir tür taşınma. Sanatın da yapmayı istediği şey, alışkanlığı kırma, “yadırgattırma”. (Carlo Ginzburg) Cézanne tabiata hicret etti, Gauguin“ilkel” saydığı ortamda duyularını arıtıp güçlenmek üzere Tahiti’ye doğru yola düştü. Ebu Zerr oruç taşınmasını bütün hayatına yaydı, halkın sesinde Hakk’ın sesini arama seferini hiç bırakmadı.
Nihat Nasır’ın Star gazetesinin Ramazan soruşturması için bana ilettiği sorular arasında “Nerede o eski Ramazanlar!” söylemine ilişkin bir soru da vardı.
Ramazan’a ilişkin her şey, iftar ve sahur, hatta mahya yazıları da geçmişte daha güzeldi diye düşünmüyorum, sadece geçmiş ayıklama seçmelerle estetize edilebilir bir mesafededir artık.
Gerçi Ramazan geçmişte şimdi o kadar da yaygın olmayan geniş aile sofrasında daha apayrı bir güzellikte yaşanıyordu, demek mümkün. Hep birlikte ezanı beklemek, kalabalık iftar sahur, ibadet neşesini çoğaltıyor muhakkak ki...
Biri seni dinliyor, sen birisi için iyi bir şeyler yapmayı istiyorsun, bir kez daha suyun ve ekmeğin saflığına, güzelliğine dönüşü yaşarken. Ucu açık sofrada elin kulağın Roboski’de, Suriye’de, Myanmar’da... Ucu açık sofra o anlamda aynı zamanda “Lâ” sofrası. Bildiğin her şeyi başka türlü öğrenmek üzere en başa dönüyorsun.
“Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuştur”, diye geçiyor ayette. (Haşr; 59/19) Ramazan geliyor ve hatırlatıyor: Bu sofranın düzeninde bir yanlışlık, önemli işlerin sıralamasında bir karışma var.
Oruç sofrasında Allah’ın misafiriyiz, elini elimizden hiç çekmesin bu sofrada, buna emin olmak isterken, o gelmesin, şu da yanıma oturmasın, demeye ne hakkımız olabilir?
Ahmet Altan’ın “Sahur ve İşkence” başlıklı yazısında yer alan, “Dinen bunları söylemek belki caiz değildir ama artık beni bağışlayacaksınız çünkü çocukken çok iyi bir tanrım vardı ve ben her sahurda ve iftarda onunla el ele tutuştuğumuza, aramızda çok sağlam bir dostluk kurulduğuna ve onun beni hep koruyacağına inanırdım” şeklindeki cümlesini okurken, Sınıra Yakın isimli romanımdaki bir otobüs yolcusunun sürekli duası geldi aklıma:“Allah’ım, elimi tut demiyorum, bir ömür boyu tutmuşsun, hiç bırakma, diyorum.”
Bana kalırsa Ahmet Altan da çocukluğunun iyi tanrısıyla el ele söyleşisini özlüyor. Aslında pekâlâ içinde yol alıyor o söyleşinin...
Bir taraftan tarif edilmiş şekilde mutlu, sağlıklı ve başarılı bir insan, örnek bir vatandaş olma adına dünyanın bütün baskılarına maruz kalırken hâlâ bir kendiliğe, değerli mutluluk kaynaklarına ve önemini yitirmeyen amaçlara sahip olmanın açıklamalarından biri olmaya devam ediyor, Allah’la el ele tutuştuğumuzu hissettiren ucu açık sofra...
Türkiye toplumu da belki AK Parti’den işte o ucu açık iftar sofrası imgesinin yaydığı eşitlik, adalet ve hakkaniyet değerlerine ilişkin rutinin dışına taşan sözü eyleme dökmesini ummaya devam ediyor.
AK Parti’yi üçüncü kez hükümet kılan sebep, bir zamanlar dünyanın bütün haksızlıklarına, sahteliklerine ve zulümlerine karşı “Lâ”da dile gelmiş eleştirinin sağladığı ivme ve birikimde saklı değil mi... Bu nedenle de AK Parti’nin Türkiye’ye lâyık görüldüğü temsille ilgili bir borcu var: Eşit vatandaşlık, geniş katılım, adil ve şeffaf yargı, ezberlenmiş vaatler... Siyasal otantiklik, sahici bir yeniden başlangıç sözüyle anlaşılıyor ve güven duyurtuyordu. Söylev ve söylemlerin klişelerle güç kazanmaktan uzak olduğu ucu açık sofraya herkes bir köşesinden ilişebilir.
İşkence ve tecavüz kurbanı Asiye Zeybek Güzel’in ülkesinin adli işlerine güveni açısından payına düşen niye bir kez daha bir hiç yerine konulmak olmalıydı ki... Sokak çocuklarının payı, mahkûmların, işsizlerin payı... Gönül isterdi ki bakanlar, milletvekilleri eşleriyle Roboski’ye gitsin, bombardıman kurbanlarının iftar sofrasını paylaşsın... Haksız yere, anlamsızca hapiste tutulanlar bayramı beklemeden bırakılsınlar.
Hiç değilse, “parmaklarınızı tetikten çekin” şeklindeki çağrı, Ramazan hissiyatına yaptığı vurguyla yerinde ve zamanında gerçekleşti; bir etkisi olması umulur.
cihanaktas1@gmail.com
twitter.com/chn_aktas
Yorum Yap