Abdülhamid’in mirası ne oldu?

  • 7.08.2011 00:00

CHP ve DP’nin kararıyla Hazine’ye geçti

Abdülhamid’in mirası denince genellikle siyasî mirastan söz edilir; oysa sultanın gerçek anlamda bir mirası vardı. Peki o mirasın başına neler geldiğini biliyor musunuz?

Vasfi Şensözen “Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlaki” adlı kitabında, II. Abdülhamid’in zenginliğini ve bu zenginliğin hangi haksız ve gayri meşru yöntemlerle oluştuğunu uzun uzun anlatıyor. Gerçekten de sultanın kişisel serveti, yani tapuda kendi adına kayıtlı gayri menkulleri inanılmaz genişlikteydi. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihatçıların baskısı ile olmalı sultan bir kısım mallarıyla gelirlerini devlet hazinesine devretti. Ardından 31 Mart’tan sonra bu kez malların çoğu aynı âkıbetle karşılaştı. Fakat Vahdettin müsadereye benzeyen bu uygulamaya son verdi.

Abdülhamid’in ölümü ve sonrası

II. Abdülhamid 10 Şubat 1918’de öldü. Ölümüyle birlikte II. Abdülhamid’in mirası sorunu doğdu. Aslında ölümünden sonra padişahın kendi adına tapuya kayıtlı mallarının yasal mirasçılarına geçmesi gerekirdi. Oysa öyle olmadığı görülüyor. İttihat ve Terakki iktidarı döneminde siyasal koşulların mirasın intikalini engellemiş olması çok muhtemel. Fakat hiç olmazsa Vahdettin’in padişahlığı sırasında mirasın intikali söz konusu olabilirdi. Bu süreler içinde mirasla ilgili yasal bir girişimde bulunulup bulunulmadığı; bulunulmamış ise, niçin bulunulmadığı ya da bulunulduysa, bu girişimden niçin sonuç alınamadığı konusunda herhangi bir bilgiye rastlayamadım. Muhtemelen olağanüstü siyasal koşulların sürekliliği, sultanın gayri menkullerinin yasal mirasçılarına tapuda intikalini geciktirdi ya da olanaksız kıldı.

Cumhuriyet dönemi

3 mart 1924 tarihli Hilâfetin İlgasına ve Hanedanı Osmaniyenin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun’un ikinci maddesi, Halifenin ve Osmanlı hanedanına mensup erkek ve kadınlar ile hanedana mensup damatların Türkiye sınırları içinde ikâmet etmelerini ebediyen yasaklıyordu. Ayrıca hanedana mensup kadınlardan doğan çocukların da bu hükme tâbi olacakları açıkça belirtilmişti; yani bu madde gereğince sadece hanedana mensup gelinler Türkiye’de kalabileceklerdi. Yasanın üçüncü ve dördüncü maddelerine göre ise; yukarıda sözü geçen kişilerin on gün içinde ülkeyi terk etmeleri gerektiği hükme bağlanıyor ve aynı zamanda bu kişilerin Türk vatandaşlığından da çıkarıldıkları açıklanıyordu. Söz konusu kişilerin Türkiye dahilinde gayri menkule tasarruf edemeyeceklerini ve tapuda üzerlerine kayıtlı gayri menkulleri en geç bir yıl içinde elden çıkarmak üzere doğrudan devlete başvurmaları gerektiğini; aksi halde bu süre sonunda herhangi bir hak elde etmek için mahkemeye müracaat haklarının da bulunmadığını hükme bağlayan yasanın beşinci maddesinden sonra; yasanın yedinci maddesinde de, yukarıda sözü edilen kişilerin sahibi oldukları gayri menkulleri bir yıl içinde hükümetin bilgisi ve onayı dahilinde tasfiye edecekleri, bu sürenin bitiminde ise tasfiyenin bizzat hükümetçe yürütüleceği ve tasfiye bedellerinin hak sahiplerine ödeneceği açıklanmaktaydı.

II. Abdülhamid’in mirası ile yakından ilgili madde ise sekizinci maddeydi. Yasanın sekizinci maddesi şöyleydi: “Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayri menkulleri millete intikal etmiştir.” Hüküm son derece açıktı; ya da en azından ilk bakışta öyle görünüyordu; cümlede çoğul kullanılmak suretiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık yapmış tüm kişilerin, bu arada tabii II. Abdülhamid’in de tapuya kayıtlı gayri menkullerinin devlete intikal ettiği yasada belirtilmekteydi. Yine yasanın konuyla ilgili onuncu maddesinde ise şöyle denilmişti: “Emlaki hakaniye namı altında olup, evvelce millete devredilen emlak ile beraber mülga padişahlığa ait bilcümle emlak ve sabık hazinei hümayun, muhteviyatlar ile birlikte saray ve kasırlar ve mebani ve arazi millete intikal etmiştir.” Bu maddeyle de daha önce devlet hazinesine devredilmiş olup da, Vahdettin tarafından yeniden hazineye geçirilen mallara el konulduğu açıklanıyordu.

Miras davası

CUMHURİYETİN ilk yıllarındaki siyasal koşulların mirası davasının gündeme gelmesini uzun zaman engellediği anlaşılıyor. Cumhuriyetin 10. yıldönümü münasebetiyle kabul edilen af yasası mirasçılara siyasal koşulların yumuşadığına ya da yumuşayacağına dair bir işaret vermiş olmalı ki, mirasçılardan bazıları 1933 yılında sondaj mahiyetinde bir dava açıyorlar. Dava gerekçesinde, Osmanlı dönemindeki el koymaların hukuka aykırı olduğu belirtiliyor ve Cumhuriyet döneminde kabul edilen ve yukarıda sözü edilen yasadaki hükmün ise, yasaların geriye işleyemeyeceğinden hareketle, ancak yasanın kabulünde hayatta olan tek padişah olan Vahdettin için geçerli olabileceği; fakat ölmüş padişahların mallarının varislerine intikâline yasak getirilemeyeceği öne sürülüyordu. Yasaların makabline şamil uygulanamayacağı şeklindeki temel hukuk ilkesi, davanın esas gerekçesini oluşturuyordu. Çünkü, sultanın ölümü ile birlikte varisleri tapuda herhangi bir işlem yapmasalar dahi veraseten intikal geçerliydi.

Davanın sonucunu merak etmeye başladınız mı? Sizi merakta bırakmak istemem: Asliye mahkemesi, 19 Eylül 1934’de verdiği kararda, tescile engel bir neden görmeyerek, davacıların haklı olduğunu açıklayacak ve bu davada söz konusu edilen gayri menkullerin varisler lehine tapuda tesciline karar verecektir! Ama tabiî bu karar üzerine hazine Yargıtay nezdinde itiraz edecektir: Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi 16 Şubat 1936’da mahkemenin kararını onaylayacaktır. İlgili yasanın sekizinci maddesinin II. Abdülhamit’in şahsen sahip olduğu mallarla ilgili olmadığına karar verilmişti.

Yargıtay’ın kararından sonra mirasçıların nasıl olup da amaçlarına tam anlamıyla varamadıklarını anlamak güç görünebilir. Gerçekte en yüksek yargı organının kararı, mirasçıları haklı görmekle birlikte, konuya tam anlamı ile açıklık getirmekten de uzaktı. Kararda, II. Abdülhamid’in II. Meşrutiyet’ten hemen sonraki iradesine değiniliyor ve bu münasebetle mirasçıların talep ettikleri gayri menkullerin söz konusu irade ile devlete intikal eden mallar arasında olup olmadığının incelenmesi talebinde bulunuluyordu. Sonuçta; mirasçılar lehine verilen hukukî kararın mirasçılar lehine fiilî bir sonuç yaratmadığı anlaşılıyor.

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra varisler Yargıtay’ın kararının kendi lehlerinde olduğunu belirterek 1941 yılında tek bir gayri menkul için ikinci bir dava açıyorlar. Dava yine asliye mahkemesinde görülüyor. Fakat bu kez mahkeme ilk kararın aksine sekizinci maddenin II. Abdülhamid’in mirasını da kapsamına aldığını ileri sürerek davayı reddediyor. Bunun üzerine davacılar kararı temyiz ediyorlar. Ne var ki, Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, bu kez, 431 sayılı yasanın sekizinci maddesini gerekçe göstererek, asliye mahkemesinin kararını 7 Aralık 1944 tarihinde onaylıyor.

Yargıtay’ın son kararı

Yargıtay’ın birbiriyle çelişik bu iki kararı üzerine davacılar tashihi karar yoluna başvuruyorlar, fakat kararın düzeltilmesi yolundaki talebin kabulü için çoğunluk oluşturulamıyor. Birinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, iki karar arasındaki çelişkinin içtihadın birleştirilmesi suretiyle hallini birinci başkanlıktan istiyor ve başkanlık da talebi tevhidi içtihat gündemine alıyor. Genel kurul, içtihat ihtilâfı bulunduğunu ve bunun birleştirilmesi lazım geldiğine çoğunlukla karar verdikten sonra; davacıların haklı olduğuna karar veriyor! Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun bu kararı, yönetimin konuya ilişkin görüşü bilinmesine karşın, hukuka bağlı kalındığını, siyasal etkilerden uzak, sadece hukuk görüşü ile hareket edildiğini ve dolayısıyla da en yüksek yargı organının, siyasal otoritenin etki alanının büyük ölçüde dışında kalabildiğini göstermektedir.

7 Eylül 1946 tarihli gazeteler, Yargıtay Başkanı’nın konuşmasını yayınladılar. Yargıtay Başkanı Halil Özyörük Yargıtay’ın son kararından şöyle söz ediyordu: “Kanun yayınlanmazdan önce meydana gelmiş bulunan olaylara uygulanamayacağından, bu kararda da Yargıtay, 431 sayılı kanun hükümlerinin kanunun yayınlanmasından evvel ölmüş bulunan Osmanlı padişahlarının malları hakkında tatbik olunamayacaklarına hükmedilmiştir. Hukukî durumların sahipleri için sağlanması şart olan güvenme ve inanma bakımından bir kararla tesbit ve teyit edilmiş bulunan prensipler birinci derecede önemi haizdir.” Yargıtay’ın içtihadı birleştirme kararından sonra mirasçılar açısından artık hukukî bir sorun kalmamış gibi görünmektedir. Varisler bir kısmı İstanbul’da olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde bulunan 607 kalemde birleştirilmiş 5.960 parça ve yine aynı şekilde 480 kalemde birleştirilmiş 4.520 parça ki, toplam 10.210 parça gayri menkulün kendilerine geçmesi için yeni bir dava açıyorlar.

Davanın Siyasî Yönü

2 Şubat 1947 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “on milyonlarca liralık servetin millete kalıp kalmayacağı”na dikkat çekiliyordu. 27 Mart 1949 tarihli Hürriyet gazetesi, CHP milletvekili Ahmet Remzi Yüregir’in; 5 Nisan 1949 tarihli Cumhuriyet gazetesi ise Millet Partisi kurucularından milletvekili Osman Nuri Köni’nin II. Abdülhamid’in mirası davası ile ilgili olarak meclise birer soru önergesi verdiklerini haber veriyordu. Köni, mecliste yaptığı konuşmada, yargının kararına saygı göstermek gerektiğini belirtirken; Yüregir, meselenin devrimlerle ilgili olduğunu ileri sürüyordu.

Yargıtay aşamasından geçerek kesinlik kazanan bir karara karşı yasama organının müdahalesi mümkün müdür sorusuna karşılık, iki farklı görüş çarpışmaya başlamıştı. Tam bu sırada meclise sunulan bir yasa tasarısı hiçbir şekilde konuyla ilgili gibi görünmezken, birden bire komisyon görüşmeleri sırasında tasarıya bir ek yapılmış ve miras davasının varisler lehine sonuçlanmasına rağmen, verasetin geçerli olmadığına ilişkin bir hüküm kabul edilmişti. Bu, “hazine hukukunu tehdit edici ve bir milyarı aşan ziyanlar tevlit edecek vaziyet hâsıl olduğundan, bunları önlemek üzere bir tedbir mahiyetinde düşünülmüş bir hüküm”dü.

CHP yeni düzenlemeyi savunuyor, DP bu konuda bir güçlük çıkarmıyorken, yasa tasarısına karşı çıkan tek parti MP idi. Tasarı karşısında ret oyu veren milletvekilleri, MP’den Sadık Aldoğan, Osman Nuri Köni, Şahin Laçin ile Ahmet Kemal Silivrili; Müstakil Demokratlar Grubu’ndan Mehmet Aşkar, Hazım Bozca ve Fethi Erimçağ idi. Müstakil Demokratlar Grubu’ndan Bahattin Öğütmen ise çekimser oy kullanmıştı, Tasarının kabulüyle II. Abdülhamid’in varisleri miras üzerindeki tüm haklarını yitirmiş oldular. Görüşmeler sırasında Yüregir, yeni benimsenen yasaya ilişkin olarak, “meclis, inkılâpçı, kuvayi milliyeci ruhunu izhar etti, inkılâp kanunlarına aykırı hareket edilmesine, millet hazinesine karşı haksızlıklar yapılmasına müsaade edemeyeceğine karar verdi” şeklinde konuşuyordu.

Evet, ama yetmez!

İş bununla da kalmadı, meclis bir de ilgili yasanın sekizinci maddesine ilişkin yorum kararı aldı: “431 sayılı kanunun meriyete girdiği tarihte hayatta bulunsun, bulunmasın Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık etmiş herhangi bir kimse namına Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde tapuda mukayyet gayri menkul mallar bu kanunun 8'inci maddesi mucibince, kanunun yürürlüğe girmesi ile millete intikal etmiştir.  Binaenaleyh 431 sayılı kanunun neşrinden sonra bu gayri menkullerin padişahların mirasçılarına intikali yapılamaz ve bu mallar üzerinde verese tarafından hiçbir hak iddia edilemez.” şeklinde…

Önceleri basit bir hukukî sorun olarak beliren miras davası; davanın hukukî yönden sonuçlanmasından sonra tamamen siyasî bir görünüm kazanmıştır. Sonuçta, davanın siyasî yönü hukukî yönüne ağır basmış görünüyor. Sakın ola ki, bu gelişmenin bütün siyasal sorumluluğu CHP’nin üzerine yıkılmasın. Aksine, DP’nin iktidarı döneminde de aynı konu bir kez daha ele alınacak ve yurda dönen hanedan mensuplarının gayri menkûllerini üzerlerine alamayacakları bir kez daha yasa maddesi olarak gündeme gelecektir. CHP ile DP, 1952 yılında inkılâp yasalarının uygulanmasında ve meclisin yargı kararları üzerindeki değişiklik yetkisinde anlaşmışlardı!

Okuma metinleri

Uzun yıllar önce yayınladığım Abdülhamid’in Mirası kitabımda, konuyla ilgili ayrıntılı ve geniş bilgi bulunmaktadır. Ayrıca burada ele almaya imkân bulamadığım, fakat miras davasının yurt dışındaki gelişmeleriyle ilgili olarak da okuyucular bu kitapta yeterince bilgi bulabilirler. Dahası, yine bu kitapta hanedan mensuplarının yurda geliş öykülerine de yer verdim. Bütün bu gelişmeler belgelerle desteklenmiş olarak kitapta okuyuculara sunulmuştur.  Vasfi Şensözen’in Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlâki  kitabı meselenin devlet cephesinden nasıl görüldüğünü ve meseleye ne şekilde yaklaşıldığını anlamak bakımından çok önemlidir. Ayrıca bu kitapta devasa mirasın boyutlarını da bulmak mümkündür.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums