- 15.05.2015 00:00
Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği konusunda yeni bir uzlaşmaya varması ve Türkiye’nin taleplerinin kabul edilmesi çok önemli bir gelişme.
Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci Türkiye’nin talebi olan 4 konuyu şöyle sıraladı:
“Talep ettiğimiz şu 4 konuda Türkiye'nin istediği gibi uzlaştık. Bir; Türkiye'nin karar alma mekanizmalarında mutlaka yer alması. İki; AB'nin üçüncü ülkelerle imzalayacağı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye'nin otomatik olarak taraf olması. Üç; Türkiye'nin Gümrük Birliği kapsamındaki ürünlerinin AB içinde serbest dolaşımının önündeki engellerin ve kotaların kaldırılması.
Dört; AB ile Gümrük Birliği kapsamında 1996 yılında kapsam dışında bırakılan hizmetler, kamu alımları ve tarımın görüşmelere dahil edilmesi.”
Türkiye’nin bu konudaki taleplerinin olduğu gibi kabul edilmesi bize şunu anlatıyor; AB ve ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) anlaşması, tam anlamıyla işlemeye başladığında, eğer Türkiye bu anlaşmanın doğrudan taraflarından biri olmazsa TTIP kadük kalır. Çünkü Türkiye, bu halde, AB ile GB anlaşmasını da sürdürülemez ilan edecekti.
AB-özellikle Almanya’nın baskısıyla- Türkiye’nin tam üyelik sürecini engellemeye çalışmaktadır. Ancak GB anlaşmasının bu şekliyle tadilatı, Türkiye’nin ticari olarak AB içinde olduğu anlamına gelmektedir. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus, Türkiye’nin gücünün farkında olmasına bağlı olarak, kendisine dayatılanların dışına çıktığında istediğini elde edebileceğidir.
Biz bu anlayışın G-20 gibi önemli platformlarda da sürdürülmesi gerektiğini düşünüyoruz.
G-20 tarihi fırsat
Türkiye’nin, tam şimdi G-20 dönem başkanlığını yapması ve G-20’nin çok önemli bir alt organizasyonu olan B-20 platformunda Türkiye’den sanayicilerin, finansçıların, bankacıların, büyüme, rekabet, KOBİ’lerin finansmanı, işşizlikle mücadele, yeni iş alanları, yeni ticari düzen ve korumacılık, girişimcilik, yolsuzlukla mücadele gibi temel alanlarda oldukça yaratıcı faaliyetler yürütmesi bulunmaz ve tarihi bir fırsattır bize göre…
Öncelikle Türkiye’nin, G-20’den başlamak üzere, sistem içinde şimdiye değin gelişmiş ülkelerin çifte standardına maruz kalmış gelişmekte olan ülkelerin sesi olması ve içinde bulunduğumuz küresel kriz sonrası kurulacak “yeni dünya düzeninde” doğu ve güneyin eşit koşullarda yer almasını sağlayacak müesseseleri geliştirmek gibi bir vizyonunun olması esastır.
Bu açıdan Türkiye, iş dünyası için çok önemli bir platform olan, B-20’deki temel başlıklarda, gelişmiş ülkelerin çerçevesi dışında düşünmeli ve bu çerçeve dışında bu başlıkların temelini atmalıdır.
B-20’de farklı bakış gerekli
Örneğin “yolsuzlukla mücadele çalışma grubu, tedarik zincirlerindeki sorunlar, kamu alanı şeffaflığı, finans sektöründeki “moral-hazard” gibi yüzeysel sonuç ihtiva eden başlıklar dışında daha derin ve sistemik alanlara yönelmelidir. Piyasaların etkin işlemesi ancak adil dağıtım mekanizmasını önceleyen piyasa oluşumlarıyla mümkün olur. Burada anti-tekel düzenlemeler önceliklidir. Gelişmiş ülkelerin oluşturduğu kurumlar, sürekli olarak gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerdeki “yolsuzluklardan”, bürokratik zaafiyetlerden yakınırlar. Ancak yolsuzluk meselesine yalnızca operasyonel ve bürokratik zafiyetler üzerinden bakamayız. Yalnız 2008 yılından beri ortaya çıkan gelişmiş ülkelerdeki yolsuzluk skandalları bu meselenin sistemik bir sorun olduğunu ortaya koyuyor.
Medeniyet tartışması
Batı’da silah tekellerinden, tütün gibi kriminal sektörlere kadar tüm tekelci yapılar, gelişmekte olan ülkelerdeki bütün işlerini rüşvetle ele geçirdikleri bürokrasi üzerinden yürüttüler bütün bir 20. yüzyıl boyunca… Bizim burada çok daha kapsamlı, sistemik yenilenmeye kapı açan bir vizyonu gündeme getirmemiz gerekir. Bize göre, buradaki çıkış noktası, aynı zamanda bir medeniyet tartışması da olmalıdır.
Britanyalı tarihçi Niall Ferguson, Paranın Yükselişi-Dünyanın Finansal Tarihi (2011) kitabında ‘dünyanın adaletsizliği nedeniyle kızgın mısınız; şişman kapitalistler ve milyarder bankacılar sizi çıldırtıyor mu’ diye sorar ve sizin hiç de yalnız olmadığınızı, çünkü bu kızgınlığın, Batı Medeniyeti boyunca borç vererek para kazananların tarım ve imalat gibi ‘gerçek’ ekonomik faaliyetlerin paraziti olduğu düşüncesinin sonucu olduğunu söyler ki bu tespit doğrudur.
Kapitalizm tarihi krizlerle anlatılır ama bu krizlerde banka ve finans sisteminin rolü her zaman görünür olmuş, krizler sonucunda borç veren azınlık daha da zenginleşirken, borç alan çoğunluk daima fakirleşmiştir. Üstelik bütün bu kriz dönemlerinde finansçılar sayısız skandala, hırsızlığa imza atmışlardır. Şimdilerin iki örneği ile yetinelim sadece; birincisi Londra’da patlayan ‘Libor skandalıdır mesela…
Yani banka sisteminin, uluslararası faiz oranlarını, piyasa dışı yöntemlerle-danışıklı dövüş, şike vb- belirlemesi. Burada “tezgah” şöyleydi: Fon fazlası olan bankaların fon açığı olan bankalara günlük kullandıracakları paranın faizi bu libor “piyasasında” belirlenir. Bankalar birbirlerine teklif ettikleri faiz oranlarını günlük olarak deklare ederler. Burada bir ‘danışıklı-dövüşün’ olmaması lazım, çünkü olursa ekonominin kalbi olan para piyasaları gerçek anlamda piyasa olmaktan çıkar. Faiz oranları, piyasa dinamikleri dışında, ‘hastalıklı’ olarak belirlenir. Meğer dünya para ‘piyasalarının’ kalbi olan Londra’da bu hastalıklı piyasa dışı durum yıllardır varmış. Yani büyük bir banka ‘ bugün faizi düşük tutalım, yarın bizim durum sıkışık’ dediği zaman diğerleri bu ‘rica’ya uyuyormuş. Bunun tam tersi de olabilir, büyükler o gün aralarında anlaşıp faiz oranlarını yükselterek büyük bir vurgun yapabilirler. Libor skandalı birçok yönüyle tarihi bir skandaldır.
Son yılların ikinci büyük küresel yolsuzluk olayı da çok yakın zamanda gerçekleşmiştir.
Geçen yılın sonunda, Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ),Lüksemburg’da uluslararası vergi kaçakçılığına ilişkin 28 bin sayfa gizli belgeleri ele geçirerek yayımladı ve böylece son yılların en büyük vergi kaçakçılığı skandalı ortaya çıktı. Bu skandalın bize göre birçok yönü var. Birincisi vergi kaçakçılığı merkezinin Luxemburg olması ve o zamanki Başbakan’ın şimdiki AB Komisyonu Başkanı olan Junker olması. ICIJ 'in ele geçirdiği ve yayımladığı 28 bin sayfa gizli belgede tam 340 küresel şirket var. Bu şirketler, 2002-2010 yılları arasında Luxemburg’daki birimlerine örtülü bir şekilde sermaye transfer ederek, bu birimlerin kârlarını finansal olarak şişirmiş ve diğer merkezlerdeki kârlarını düşük göstererek milyorlarca euro vergi kaçırmış.
İddiaların odağındaki 340 şirketin 68’ine ev sahipliği ise Almanya yapıyor. İşin ilginci, bu skandalın arkasındaki bir numaralı ismin Almanya’nın AB Komisyonu seçimlerinlerinde gözü kapalı destekleklediği Junker olması…
Yalnız bu iki yolsuzluk olayında trilyonlarca dolarlık bir büyüklükten bahsedebiliriz. Bu büyüklükte bir sermayeyle dünyadaki açlık sorununa kapsamlı bir çözüm için çok önemli adımlar atılabilirdi.
İşte Türkiye, B-20’de mesela gelişmiş ülkeler kaynaklı bu sistemik sorunu cesurca dile getirmelidir. Bu konuya devam edeceğiz.
Yorum Yap