- 1.04.2015 00:00
Slovenya, Doğu Avrupa’nın, “eski” Yugoslavya’nın da, belki en gelişmiş bölgelerinden birisi… Yugoslavya zamanında da böyle olmuş; Adriyatik’e bakan İtalya ve Avusturya ile sınır komşusu olan bu ülke, sanayileşmede ve sanayi alt yapısında Avrupa ekonomisinin kalbi durumundaydı. Slovenya, 1945’te Yugoslav federe yapısına özerk bir cumhuriyet olarak katıldığında “sosyalist” Yugoslavya’yı da katma değer olarak ayakta tutan bir merkezdi.
Bu yüzden de 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan Doğu Bloku çözülmesinde, Slovenler, ilk ayrılma talebini ortaya atan ve ayrılan özerk cumhuriyet olmuştur.
Şimdi Slovenya’nın şaşırtıcı güzellikteki başkenti Lübiyana’da kendime şunu sormadan edemiyorum; acaba, başta bir sanayi merkezi olan, Slovenya dahil olmak üzere, Yugoslavya’yı oluşturan özerk cumhuriyetler ayrılma talebi ile değil de, demokratik bir başkanlık sistemi ile federal cumhuriyet yapısını inatla koruyan bir irade gösterselerdi; Almanya’nın “Balkanlaştırma” tuzağına düşüp Slobodan Milosevic gibi faşist-milliyetçi- katilin peşine takılmasa idi Sırplar ve diğer milletler… Şimdi Slovenya gibi bir ülke, “biz sanayi tesislerimizi, iletişim alt yapımızı özelleştiriyoruz, gelip alın, zor durumdayız” diyecek durumda olur muydu? Hiç sanmıyorum; tam aksi olurdu; şimdi Slovenya dahil olmak üzere, bütün eski Yugoslavya ülkelerini yutmak üzere olan bir Alman finans-kapitali var karşımızda, ama 1990’lı yılların başında, bu ülkeler demokratik yeni bir birlik iradesi gösterselerdi; şimdi ortaya çıkacak ekonomik güç, Almanya’nın sanayi ve iletişim alt yapısını satın alır konuma gelecekti ve 20. yüzyılın başından beri insanlığa saldıran Alman finans-kapitali tarihe karışacaktı. İsterseniz o günlere yeniden bakalım; çok öğreticidir.
“Balkanlaştırma” bitmedi
1989’da Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler çözülmeye başlayınca Avrupalı faşistler ve Amerikalı neoconlar ellerini ovuşturarak ‘Balkanlaştırma’ diye sevinç çığlıkları atıyorlardı. Tito, ikinci savaşın hemen ertesinde altı cumhuriyeti ve iki özerk bölgeyi oluşturan Yugoslav Federatif Halk Cumhuriyeti'ni kurduğunda, (Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya) hem kapitalizmin ulus-devletçi sistemine hem de Sovyetlerin hegemonyasına aykırı bir iş yapmıştı aslında. Kim ne derse desin Tito’nun Yugoslavya’sı hem ABD’yi hem de Sovyetleri rahatsız etti. Çünkü Tito’nun yönetimi, Stalin’in diktatöryel-merkezi anlayışının aksine öz yönetimci, ademi merkeziyetçi bir özellik taşıyordu ve bu, Batı’yı da Sovyetleri de rahatsız ediyordu. Ben, Tito Yugoslavyasının, biraz Osmanlı ademi merkeziyetçiliğini aldığını ve farkında olmaksızın bu siyasi kültürü devam ettirdiğini düşünmüşümdür. İnanırmısınız, bunun izlerini bugün tabii en çok Bosna-Hersek taşıyor ama Slovenya’da da bunu gördüm.
Belki de işte bu yüzden, Batı, Tito ölür ölmez Balkanlaştırma Politikası’nı yürürlüğe koydu ve faşizme en yakın unsurları (başta Sırp milliyetçiği olmak üzere) harekete geçirdi. Tabii 1989’da Berlin Duvarı yıkılıp Doğu Almanya da çökünce her şey hazırdı.
Üç önemli sonuç
Yugoslavya’nın dağılma süreci ve bugün dağılma sonucunda ortaya çıkan bu ülkelerin durumu, bize ırka ve ulusa dayalı devletler döneminin bittiğini gösteriyor. İnanın eski Yugoslav Federal Cumhuriyeti içinde yar alan ülkelerin, tek başına ulus-devlet olarak yoluna devam etmesinin imkânı yok. Bu küçük ama yaralı devletçikler, aslında Avrupa’nın krizden çıkmasını geciktiren sosyal ve ekonomik bir yük olarak Avrupa’nın tam ortasında duruyor. Hâlâ bir yönetim modeli ve iktisadi yapılanma çerçevesi geliştirebilmiş değiller; karar alma mekanizmaları felç. Slovenya gibi gelişmiş ve coğrafi olarak çok avantajlı bölgeler ise, ayağa kalkmak için ciddi bir finans sıkıntısı çekiyor. Bu ülkeleri ancak yeni bir birlik ayağa kaldırabilir.
Şimdi bu bağlamda üç önemli sonuç söylemek istiyorum:
1) Batı’nın sanayi devriminin zenginliğini yaşamış, Avrupa’nın göbeğinde milliyetçi bir çıkışla ulus-devlet kurmak o ulusun halkına yaramış mı; hayır... Yugoslavya’dan ayrılan Slovenya ve eski Çekoslovakya’nın eski parçası olan Slovakya gibi “merkez” ve sanayileşmiş Doğu Avrupa ülkelerinin bile şimdiki durumları “sürdürülebilir” değil.
2) AB’nin şimdiki durumu, bu ülkeleri Almanya gibi hegemon bir güce karşı koruyacak ve eşit şartlarda rekabet etmesini sağlayarak refahı sürekli hale getirmekten uzak.
3) AB, yalnız merkez Avrupa’daki ekonomik kriz ile bitmiyor, AB, Balkanlar'ı ve Güney Avrupa’yı da “dışarıya” iterek, ittiği için de bitiyor.
Yeni birlik
Şimdi bu üç önemli sonuç bize tek bir çözüme götürüyor; Adriyatik ve Balkan coğrafyası şimdi bitmekte olan Almanya merkezli birlikle devam edemez. Slovenya gibi ülkelerin yangından mal kaçırırcasına, Almanya’nın baskısıyla AB üyesi yapılması da Almanya’nın bu ülkeleri yutma planının bir parçasıdır.
Hiç şüphesiz biz burada AB’nin tümüyle ortadan kalkmasını savunmuyoruz; ancak AB’nin bundan sonra Almanya merkezli bir birlik olarak devam etmeyeceğini/etmemesi gerektiğini söylüyoruz.
O zaman karşımıza ilk önce Balkan ve daha sonra Adriyatik ülkelerini de içine alan ve Türkiye ile devam ederek, Ukrayna ve Gürcistan’a hatta Azerbaycan’a varan yeni bir birlik persfektifi çıkıyor.
Bakın bugün TANAP’ı tamamlayan TAP’tır. TAP’ın da açılımı Trans Adriyatik Boru (enerji) hattıdır. Bugün Türkiye zaten Güney Gaz (enerji) Koridoru ile Kafkasya ile Adriyatik’i birbirine bağlıyor. Bu enerji hattı, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattıyla da kardeştir ve bu hat, Marmaray’la Çin’den gelen demiryolu ağını Avrupa’ya bağlar ki, bu yeni İpek Yolu’nun ta kendisidir.
Tam şu sıralar, seçimler de yaklaşırken, malum çevreler ekonomi üzerine yine oynamaya başladılar. Türkiye ekonomisi bütün bu bölgeyi domine edecek bir güçtür artık; evet atmamız gereken çok adım vardır ama bunları, hiç kimsenin şüphesi olmasın, önümüzdeki aylarda gerçekleştireceğiz.
Şimdi bütün bu anlattıklarımıza bağlı olarak, güçlü ve Türkiye’ye özgü bir Başkanlık Sistemi’ni, Cumhurbaşkanı’nın niye ısrarla dillendirdiğini anlıyorsunuz değil mi?
Yorum Yap