Türkiye’de Yeni Anayasa ve ‘burjuvazi’ tartışması üzerine

  • 28.08.2012 00:00

 Türkiye’de 1876’dan günümüze iktisadi dönüşüm süreçleri ve Anayasalar


GİRİŞ
Toplumların Anayasa ihtiyacı ya yeni bir toplumsal düzen ya da bir toplumsal uzlaşı ve bu uzlaşıya bağlı yeni bir başlangıç yapma isteğinden doğar. Bu anlamda Anayasalar bir toplumdaki siyasi yapılanmanın hukuki ifadesidir.

Yeni bir toplumsal düzen, söz konusu tarihsel dönemdeki iktisadi gücü elinde bulunduran ‘yeni’ sınıfın/sınıfların iradesinin hâkimiyetini öne alır. Ancak bu hâkimiyet, iktisadi olarak öne çıkan, o dönemi belirleyen-inşa eden sınıfın değil, bir önceki sistemden zarar gören ama yeni sistemin öncü gücü olmayan kesimlerin de razı olacağı bir durumdur ki, bu durum, o tarihsel andaki –zorunlu- toplumsal uzlaşıdır. Ama bu toplumsal uzlaşı, aynı zamanda, bir değişimi anlatır. Bu değişim dinamiği, yine söz konusu tarihsel dönemin sosyo-ekonomik koşulları, sınıf bileşenleri, sistemin değişim gerekliliği, haldeki sistemin kültürel yapısı, coğrafi koşullar gibi etkenlerle ya evrimsel bir süreç olarak ya da hızlı bir yeniden yapılanma (devrim) olarak kendini gösterir.
Ama nasıl olursa olsun bu değişim, söz konusu toplumun iktisadi gücünü elinde bulunduran sınıfının, diğerlerini ‘daha iyi’ bir toplumsal düzen için ikna etmesi ile olursa ortaya çıkan siyasi sistemin Anayasası yukarıda bahsettiğimiz toplumsal uzlaşının kalıcı öğelerini barındırır ve barındırdığı ölçüde de meşruiyeti olur. Ancak bunun tersi de olabilir. Elinde iktisadi gelişmeye bağlı toplumsal meşruiyet zemini olmayan ancak tarihsel koşullar gereği, silahlı ve ideolojik üstünlük sağlayan yapı ve güçler de, belli bir dönem bir toplumda iktidarı ele geçirebilirler ya da ellerinde tutarlar.

Böyle durumlarda ve dönemlerde de, bu siyasi güçler yine hukuki meşruiyet aracı olarak anayasa yaparlar ya da bir önceki toplumsal koşulların gereği olarak ortaya çıkmış ve haldeki duruma göre daha ‘geri’ bir toplumsal yapıyı yansıtan anayasal düzeni korurlar.
Dolayısıyla anayasalar bir toplumsal sistemde iki şekilde ortaya çıkar. Birincisi, eskisini gereksizleştiren yeni iktisadi sistemin üretim araçlarını dolayısıyla üretim güçlerini ellerinde bulunduran toplumsal sınıfların öncülüğünde örülen bir toplumsal-tarihsel meşruiyet temelinde yeni siyasi uzlaşının-tabii ki dolayısıyla siyasi yapının- hukuki üst yapısının temel metni olarak. Bu anayasalar demokratik meşruiyete dayanır. Öte yandan eskiyi meşrulaştıran ve tarih sahnesinden silinmesini geciktiren bir hukuki meşruiyet zemini olarak da anayasalar ve onların hukuki kurumsal yapısı söz konusu olabilir.

Sanayi Devrimi ve burjuvazi

Sanayi devriminin tarihsel ivmesiyle kapitalist üretim ilişkilerinin ve tabii ki onun piyasasının ortaya çıkmasıyla, söz konusu tarihsel döneme damgasını vuran, üç büyük burjuva devrimi (İngiliz, Fransız ve Amerikan) böyle bir meşruiyetin ürünüdür ve bu devrimlerin ürettiği hukuki meşruiyet zeminleri ya Anayasalar ya da kalıcı toplumsal uzlaşmaların ürettiği güçlü hukuki geleneklerle donanmıştır.
Öte yandan, bu üç büyük burjuva devriminin çemberinin dışında kalan ama hızla yeni olana adım atmak isteyen toplumlar aşağıdan yeni bir sınıfın (burjuvazinin) ivmesiyle değil daha çok eski toplumun bürokratik yapılarıyla ulus-devletleşmeye ayak uydurmaya çalışmışlardır.
‘Cumhuriyetçilik terimi modern politik düşünce tarihinde rekabet halinde olan, sıklıkla çatışan bir dizi farklı politik eğilimi isimlendirmek için kullanıldı. Thomas Jefferson, hayatının son döneminde Amerikan Devrimi’nin ilk yıllarını ele alırken, ‘ Monarşi olmayan her şeyin cumhuriyetçi olduğunu hayal ettik’ diye belirtir. İngiltere ve Fransa’daki devrimci dönemlerde de bu terim daha geniş değilse bile, kesinlikle eşit genişlikte siyasi duruşlar yelpazesini ifade ediyordu. (…) Üç büyük burjuva devriminin rotası, mülkiyet cumhuriyetinin ortaya çıkışı ve tahkim edilişini yansıtıyor. Bu üç örnekte de anayasal düzenin ve hukukun egemenliğinin kuruluşu, özel mülkiyeti yasallaştırmaya ve korumaya hizmet etti. Bağımsızlık Bildirgesi, Amerikan Devrimi’nin anayasal gücünü kabul ettikten ve yeni, dinamik, açık politik biçimler aracılığıyla ifade edilen bir öz-yönetim mekanizması öngördükten sadece on yıl sonra Federalistler ve Anayasa taslağını çevreleyen tartışmamlar, bu orijinal öğelerin çoğunu kısıtladı ve bunlara karşı çıktı. Anayasal tartışmalardaki belirgin çizgiler, devletin egemen yapısını pekiştirerek yeniden sunmayı ve cumhuriyetin kurucu dürtüsünü anayasal güçler arasındaki dinamik içinde soğurmayı amaçlıyordu.’ [1] Aynı şekilde Negri ve Hard, Fransız Anayasası’nda da mülkiyet haklarının merkeziliğinin belirleyici olduğunu söyler. 1789, 1793 ve 1795 devrimci Fransız anayasalarında devrimci çıkış mülkiyet korumasında son bulur. Tamam, bu doğrudur ama burjuvazinin mülkiyet aşkı öte yandan soyut bir demokrasi ve piyasa arzusuna tekabül eder. Burada devlet birey için vardır ve bireyin mülkiyet temelinde de olsa devlet karşısında üstünlüğü söz konusudur. Bunun tarihsel olarak en somut ifadesi İngiliz Devrimi’ndedir. ‘ İngiltere’de XVI. ve XVII. Yüzyıllardaki Tarımsal kapitalizm, aristokrasinin kapitalist üretime geçme yönündeki istekliliği ile hayat bulmuştur. Bu ülkede aristokrasinin toprak mülkiyeti üzerindeki denetimi oldukça geniştir; ancak Fransa’da olduğu gibi siyasal gücü elinde tutmaz’ [2] Ancak, İngiltere’de aristokrasinin bu merkezileşme ve kapitalistleşme çabası merkezileşmeyi ve birleşmiş bir devlet olmayı güçlendirmiştir. İlkönce Tudor monarşisi sonra da Crown Parliament uygulaması İngiliz Anayasal sisteminin özünü belirlerken ve bir siyasi geçiş dengesi de sağlamıştır. XVII. Yüzyıldaki iç savaş, kapitalistleşen toprak sahipleri ve ticaretle uğraşan yeni orta sınıflar, yani burjuvazi ile monarşi arasındaki bir çatışmadır kuşkusuz; ancak çatışma artık birleşmiş ve merkezileşmiş bir iktidar içindir. [3] Cromwell’in Püriten gücünü arkasına alan cumhuriyeti, yeni kapitalistlerin, tüccarların, toprak sahiplerinin çıkarları ile zanaatkârların çıkarlarını birleştirmeye çalışan bir denge iktidarı idi. Ancak bu iktidar, sanayi birikime ve kapitalizmin ruhuna aykırı idi. Sınai kapitalizm lehine bir çözülme, aynı zamanda, bir iç savaş ve kapitalizmi de aşacak yeni arayışlar idi. İşte bu arayışlar hem yeni burjuvaziyi ortaya çıkarmış hem de İngiliz devriminin bizse geleceği anlatan radikalizmini doğurmuştur. Örneğin İngiliz devriminin radikal unsurları ‘Düzleyiciler ve Kazıcılardı.’ Hill, Püriten devriminin dinsel olduğu kadar siyasal bir mücadele olduğu belirtir. 1649’da ‘cumhuriyet’ ilan edildiği zaman Düzleyicilerin önderleri de kurşuna diziliyordu. Düzleyiciler, küçük ve orta ölçekli mülkiyet sahiplerini, tüccarları ve küçük-arta boy toprak sahiplerini-çiftçileri- temsil ediyorlardı. Mülkiyete karşı değillerdi ancak mülkiyetin tekelleşmesine karşı idiler.

Ancak tekelleşmemiş bir mülkiyeti savunmak da kapitalizmin özüne ve yolculuğuna aykırı idi. Bunun için ilk büyük burjuva devriminin yenilen- belki de- en radikal grubu arasında yer aldılar ama Düzleyicilerin savundukları görüşler, ( vergi adaleti, genel oy hakkı, rekabetin özel mülkiyetin kökeni olması, dinsel hoşgörü ) İngiliz burjuva devrimine katkı yaptı ve yazılı olmayan anayasaya geçti. İngiliz Devrimi’nin bir diğer radikal grubu Kazıcılar’dı. Bu grup, ütopik sosyalizmin babası sayılabilir. Ancak İngiliz burjuva devrimine bugünden bakarsak, devrimin ortaya çıkardığı arayışın kapitalizm sonrası arayışlara hizmet ettiğini görürüz. İngiliz devrimi, sanayi burjuvazisinin ‘sonsuz’ gelişimine tarihsel olarak ayak bağı olmayacak, aksine onun önünü açacak her türlü ‘demokratik’ katkıyı doğal olarak kabul etmiş ve burjuva demokratik cumhuriyetin bir unsunu olarak içselleştirmiştir. Bu tarihsel olarak güçlü bir burjuvazinin de gelişmesine ve hızla sınırlarının ötesine yayılmasına yol açmıştır. Böyle olunca burjuvazi devlet ilişkisi, devletin ‘burjuvalaşması’ ve devletin ‘bireyin’ üstünde ona rağmen fiziki bir kurumsal varlık olarak konumlanmasından çok ayrı olarak gerçekleşmiştir.

Ancak, gecikmiş ulus-devlet kuruluşunda zayıf burjuvazi ‘eski’ ile bağlarını bu kadar kolay kopartıp, mülkiyet aşkına da olsa, bireyi devletle korumamış daha doğrusu devleti bireye karşı konumlandırmıştır. Böyle olunca geç kalmış ulus-devlet kuruluşunun anayasa süreçleri demokratik olmayan süreçlerin anayasa ile meşrulaştırılması olarak okunmalıdır. Doğaldır ki, bu anayasa süreçleri, aynı zamanda bürokratik anayasa yapım süreçleridir ve bu bürokratik süreçler, o ülkede sermayenin haldeki birikim rejimini ve hâkim sınıfların bürokratik-militarist yapı ile ortaklığını anlatır. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Türkiye Bağlamı

1) Başlangıç: 1924 Anayasası

Türkiye’de bütün Anayasa süreçleri ve bunların sonunda yapılan Anayasalar, aslında o dönem geçerli olan sermaye birikim rejiminin temel karakteristikleri üzerinden şekillenmişlerdir. Türkiye’de sermaye birikiminin, devlet ağırlıklı ve yukarıdan Prusya tipi bir geçişle başladığını söyleyebiliriz.

Türkiye’de 1876 Kanuni Esasiyle başlayan bir anayasa süreci olduğunu kabul edebiliriz. 1876 Anayasası egemenliğin padişah ve bürokrasi arasında paylaşımını ifade eder ve aslında bu yönüyle giriş bölümünde anlattığımız bürokratik anayasa yapım süreçlerinin de başlangıcıdır. Ancak buna rağmen 1876 Anayasası Osmanlı’nın ademi-merkeziyetçi sisteminin özelliklerini bünyesinde taşır.

Feroz Ahmed, Osmanlı İmparatorluğu 20. Yüzyıla, 1900’de değil gerçek anlamda 2. Abdülhamit’in otuz yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğu 23 Temmuz 1908’de girdi der. [4] Aslında bu süreç Ahmed’in şu sözleriyle daha özlü anlatılabilir; İmparatorluğun ekonomik liberalleşmesi ve dünya ekonomisine eklemlenmesi sonucunda ortayı çıkan bir ticari-endüstriyel Müslüman orta sınıf çıkmadığı için Babıâli, bürokratların biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı olacak yeni bir sınıf yaratmak amacıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858 Arazi Kanunnamesi, toprağın özel mülkiyete geçişi açısından önemli bir adım oldu. Daha önceleri, 1847’de Babıâli, çiftçilerin atıl devlet arazilerine ekim yapabilmesine olanak veren bir yasa çıkarmıştı. [5] Bu süreç, hem 1908 devrimine giden yolu açtı hem de devrim sonrası süreci sürükleyecek bir orta sınıf oluşturdu. Dolayısıyla 1876’ya giden yol 1839–76 arası bu yeni ekonomik çıkışın reform ısrarıdır ki Tanzimat’ı doğurmuştu.

Bu sürecin doğal sonucu 1921 Anayasası idi. 1921 Anayasa’sı Osmanlı İmparatorluğunun dinamiklerini kabul eden ama Ankara’da toplanan meclisin meşruiyetini sağlayan bir çıkıştı. Bu anlamda 1921 Anayasa’sı siyasal işleyişin merkezine meclisi yerleştirir. [6] Meclisin kendisi aynı zamanda hükümettir. Mustafa Kemal ve ekibi, meclisin işleyişini sağlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun o ana değin yeni bir toplum ve çıkış oluşturmak için ortaya çıkan bütün dinamikleri kapsayacak bir uzlaşı aradılar. ‘ Mustafa Kemal ve ekibi, (Müdafaa-i Hukuk Grubu) gerekse İslamcıları, liberalleri, ademi merkeziyetçileri içinde barındıran, oldukça eklektik ve dağınık olan ikinci grup, her bir tartışma ve öneride neyin üzerinde uzlaşabildilerse buna anayasa dediler. [7] Bu anayasa sadece 24 maddelik bir metindi. Farklılıklar, kimlikler, kültürler, diller ve milliyetler hakkında hiçbir şey söylemeyen sadece milletten söz eden, egemenliği millete özgüleyen bir anayasa idi. Ve tabii ki bu anlamıyla demokratikti. Yine bu anayasanın hiçbir maddesinde Türk kelimesi geçmez ve devletin dini İslam’dır diye bir ifade de yoktur.

Ancak, 1924 Anayasası’nda bütün bunlar yer alır. Millet kavramı kaybolur. Türk Milleti gelir. Anayasanın 5. bölümünün ismi Türklerin Kamu Haklarıdır ve bu bölümün ilk maddesi 68 madde şöyle başlar ‘ Her Türk hür doğar, hür yaşar’ Türk olmayanların nasıl doğduğunun cevabını, devlet pratikte gayet açık bir şekilde verir. [8] Şunu söyleyebiliriz: 1924 Anayasası ile hem tek parti diktatörlüğüne giden yol açılmış hem de Türkiye’de ‘milli iktisat’ dönemi başlamıştır ki bu, 1960, 1982 anayasalarının kökenidir. Tabii ki 1945’e kadar Türkiye’de devlet patiklerine baktığımızda özgün bir faşizm deneyimi olduğunu görürüz ki bu da 1924 Anayasası’na dayanır.

2) Anayasalar ve Türkleştirme-milli iktisat

Halil İnalcık verdiği bir söyleşide, Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı İmparatorluğu muamelesi yapılamayacağını belirttikten sonra şöyle demişti: “Türkiye Cumhuriyeti belli bir etnik grubun devleti olarak doğdu. Tamamen antitez olarak geldi. Milli devlet, milli birliği kurmak için milli tarih üzerinde yoğunlaştı. Şimdi soru şu: Sayıları milyonları bulan azınlıklar var. Bunlar kendi milli bilincini oluşturdu. “Türk milletinin parçası değiliz” hissiyatı doğdu. (…)
Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu.”

O zaman bu toprakların artık yalnızca Türklerin olmadığı tarihsel gerçeği bugün politik bir durum olarak ortadaysa ne yapacağız? Soru budur ve bu soru 85 yıllık bir paradigmanın ve o paradigmayı oluşturan ideoloji ve o ideolojinin ürettiği kurumların sonudur. Tabii tam burada bu kurumları koruyan ve belki de onları var eden hukuk örtüsünü açmak ve tümüyle ortadan kaldırıp yenilemek zorundayız. Halil İnalcık’ın dediği gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı İmparatorluğu muamelesi yapamayacağımıza göre, 21. Yüzyıl gerçeğinde, 19. Yüzyıl’ın tek ırka dayanan arkaik ulus-devlet paradigmasını taşıyan ve sürükleyen hukuki üst-yapıyı bu üst yapının kurumlarını ne yapacağız; ya da burayı nasıl dönüştüreceğiz… Bu soruya yanıt vermek için tarihe bakmamız gerekiyor.

Aslında Cumhuriyet Osmanlı’nın sürgit bir devamı olmamasına karşın, Türkleştirme ve Türkleştirmeye dönük mülkiyetle ilgili düzenlemeler Cumhuriyet’ten önce başlamıştı. Osmanlı burjuvazisi ve bürokratik orta sınıfı, büyük ölçüde gayrimüslimlerden oluşuyordu ve bu grup, devletin modernleşme girişimlerinin arkasındaki toplumsal güçtü. [9]Ancak 1890’lardan sonra artan ticarileşme, arazi üzerinde artan rekabeti ve toprağa talebi öne çıkardı. Ticareti ve ekonomik gücü elinde tutan gayrimüslimler, toprak ve özel mülkiyet talebinde bulunmaya başladılar. Bu talepler, 1910’a kadar bu sınıfların etkisi ile liberalleşme rüzgârını da arkasına alarak karşılanmaya çalışıldı. Ancak 20. yüzyılın başında imparatorluk döneminin bitmesi ve ulus-devlete dayanan sermaye birikiminin Avrupa’da öne çıkmasıyla Osmanlı’da da Türk elitlerin ve devletin Türkleştirme politikası öne çıktı. [10]

1930–1950 arası aslında Balkan Savaşları ve Cihan Harbi sırasında başlayan sermayenin Türkleştirilmesi sürecinin devamıdır. Bu anlamda bu dönem; yani tek parti dönemi, faşizmden izler taşır ve bu izler bütün bir döneme damgasını vurur. Örneğin bu dönemi karakterize eden en önemli olay 1942’deki Varlık Vergisi uygulamasıdır. Bu uygulama ekonomik değil, siyasi bir karardır. 1915’in devamıdır. Bütün bu dönemi Sait Çetinoğlu “ Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi çalışmasında anlatır.

Bu servetin zor yoluyla el değiştirmesinde ve Türkiye’de devlet zoruyla Türk burjuvazi yaratma konusunda özgün ve acımasız bir örnektir. Bu uygulamadan sonra oligarşi içindeki asker-sivil bürokrasi ağırlığını artırmıştır. Çünkü servetin zorla el değiştirmesi yeni zenginlerin hamilerini daha fazla gerekli kılmış; yapılan soygunun koruyucu olarak militarist yapı gücüne güç katmıştır. Tek parti dönemi ve zulmü oligarşi içindeki militarist yapının güçlenmesine yol açarken paradoksal olarak da yıpranmasını sağlamıştır.

Türkiye’de asker ve sivil devlet bürokrasisi DP iktidarına rağmen, yine de suyun başını tutmuştur. Bu aynı zamanda 1960 darbesine giden yol ve tabii ki 1960 Anayasası’dır.

Oktay Yenal buna rant devletçiliği der.[11]

Devlet ekonominin bir unsuru değil, kendisidir. Yine Yenal bu devletçiliği üçayağa oturtur. Denetleme, rant dağıtma ve enflasyoncu finans ayağı. Denetleme ve rant dağıtma ayakları Osmanlıdan beri devam eden müesseselerdir. Yani devlet elitleri kendi çıkarları ve refahları doğrultusunda ilkönce kaynakları ve üretimi denetliyor-yönlendiriyor sonra da elde edilen artığı bir rant olarak paylaşıyor. Bu açıdan Osmanlı-Cumhuriyet bürokrasisi aslında devamlılık arz eder. 1950’ye kadar devlet, denetleme ve rant dağıtma ekonomisi ile ayakta durur. Bu iki ekonomiye 1950’den sonra yeni bir kardeş gelir. Enflasyoncu finans. Aslında enflasyon, başından beri bir gelir aktarım mekanizması olarak, Türk burjuvazisini yaratma aracı olarak kullanılmıştır. 1950’den sonra Yenal’ın enflasyon vurgusu yapması, ticaret burjuvazisinin bir bölümünün sanayileşmeyi ve zamanın kontrol sanayilerinde uluslar arası sermaye ili işbirliği yaparak öne çıkmaya başlamasıdır. Bu yapıya Demokrat Parti iktidarı enflasyon yolu ile kaynak aktarmıştır. Bu kesimin uluslar arası sermaye ile birlikte yatırım yapacak güce ulaşması için Türkiye’de iktidar değişikliği gerekecektir. Yani 27 Mayıs darbesi, Türkiye’de toprağa ve ticarete dayalı zenginlikten sanayiye ve uluslararası ilişkilere dayalı zenginliğe geçişin adımıdır. Bu adım Koç’ları yaratmıştır. The New-York Times 1970’lerin başlarında Koç Holding’e ilişkin bir yorumunda “ Türkiye’de iş âlemi üç sektöre ayrılmıştır. Devlet sektörü, özel sektör ve Koç sektörü”diye manidar bir yorum yapmıştır. Koç Holding bugün tek başına ülkemizde yerli sermaye birikimi yok tezini çürütmektedir. Koç’un bugün 30’un üzerinde ülkede yatırımı var ve 100’der fazla ülkeye ihracat yapıyor. Koç’un niceliksel büyüklüğü ifadesini bulan süreç, aynı zamanda çok yaman bir sömürü sürecidir.

Bu açıdan, Türkiye’de kapitalizmin gelişimi egemen sınıflar arasında bir iktidar mücadelesi olduğu kadar, bir Türkleştirilme ve tabii ki-doğal olarak- yoğun sömürü sürecini içerir. Bu aynı anda yoğun bir sermaye temerküzü sürecidir. Ancak bu süreç, gümrük duvarlarıyla örülmüş, içe kapalı bir ekonomi modeli gerektirdiği için, hem askeri vesayetin sürekliliğe gerek duymuş hem de bu süreci darbelerle tahkim ederek anayasalarla meşrulaştırarak sürekli kılmıştır.

Özellikle planlı dönem ve ithal ikameci süreç emek-yoğun bir sermaye birikimini gerektirmiştir. Yine bu dönem, bu bağlamda, sendikalaşma ve işçi mücadeleleri açısından da buna tekabül eden bir zenginliği barındırır. Yine Koç’a dönersek bu örnek, Türkiye’de tekelci sermayenin ve Türkiye’nin 1960’lardan başlayan darbeler ve yeni sömürge sürecinin somut ifadesidir. Ancak yine bu süreçte, her zaman olduğu gibi devlet ekonominin ve “zenginleşmenin” içinde olmuştur. Enflasyoncu gelir aktarım mekanizması 1960’lardan başlamak üzere 1980’ dönüşümüne kadar bilerek işletilmiştir.

Bu anlamda Yenal’ın enflasyoncu finansı, devletin elitlerinin ve yeşermeye çalışan yerli-burjuvazinin devlet eliyle finanse edilmesidir. Yine Yenal buna para devletçiliği der. Çünkü bütçenin yetmediği yerde banknot matbaası devreye giriyordu. Böylece fiyatlar aniden yükseliyor; o zamanlar ticaret ve stokçuluktan başka bir şey bilmeyen burjuvazi palazlanırken, devlet elitleri de şişen bütçeden, en az ticaret burjuvazisi kadar, pay alıyorlardı. Denge şöyleydi; Asker-sivil bürokrasi-feodal yapı-ticaret burjuvazisi. Bu “nispi denge” 1960 da biraz, 1970 de ise tamamen dağıldı. 1950–60 arası enflasyoncu-finans ile palazlanan ve sanayileşen büyük burjuvazi asker bürokrasisini yanına alarak feodal-ticari unsurlara karşı darbe yaptı. Burjuvazinin en ileri ve gelişmiş kesiminin, ona ayak uyduramayan ittifaklarını tasfiye harekâtı olan 27-Mayıs darbesinin aslında “ilerici-demokrat” bir yanı olmadığı, buz gibi darbe olduğu en çok bugünlerde anlaşılıyor. 27 Mayıs’ın çarpık bir ekonomi, güdük bir burjuvazi ve cuntacı bir gelenek yarattığı en çok bugün belli değil mi? 12 Mart ve 12 Eylül bu geleneğin mirasıdır. Bu anlamda 1961 Anayasa’sı 1924’ün devamıdır ama 82 Anayasa’sı da hem 1924 hem de 1961’ın devamıdır.


3) Yeni Anayasa’nın küresel-yerel dinamikleri

1980 dönüşümü ve onu tamamlayan 12 Eylül faşizmi devlete bağlı ekonomik yapıyı hızla çözerken ekonomiyi yine emek-yoğun sömürünün üzerine oturtmuştur. 24 Ocak kararları aslında Türkiye’de zenginliğin kollayıcısı asker-sivil bürokrasinin iktidardan tasfiyesinin-paradoksal olarak- başlangıcıdır.

Türkiye’deki bu “garip, otarşik” yapı ve onun ürettiği sistem, başta Amerika olmak üzere “hegemonyanın” işine geliyordu. Ama artık, bu çürük yapı, yeni oluşmakta olan, kapitalizmin yeni küresel hegemonyasını çok rahatsız ediyor.

Türkiye’de, gerici oligarşik yapı çözülmeden dünya 2008 krizinden çıkamayacak. Bu, 21. yüzyılın en önemli gerçeklerinden birisi. Kapitalizm, bir sistem sonuçta ama kendisini yenileyecek dinamikleri içinde barındıran ve bu sayede kendisini şaşırtacak kadar çabuk yenileyen bir sistem. Bu sistemin işlemesi için birtakım kuralları var ve bu kuralları üretecek, denetleyecek kurumlara ihtiyaç duyuyor. Piyasa mekanizmasının işlemesi, buna uygun hukuk sistemi ve siyasi yapıların oluşması ve bunların doğru işlemesi ile olanaklı.

Artık kapitalizm, küresel bir temelde kendini üretirken, hiç olmadığı kadar, piyasanın aksamadan işlemesine ihtiyaç duyacak. Devletlerin ekonomik sistemdeki ağırlığının, bundan böyle, daha hızlı olarak azaldığını göreceğiz. Ama bu gerçekle birlikte sistemin küresel yeniden üretiminin merkezi Batı’dan Doğu’ya kayıyor. Türkiye, artık hem bu “Merkez Doğu’nun” merkezi, hem de sistemi yeniden oluşturacak dinamiklerin merkezi. Bu gerçeği görmeden Türkiye’de şu sıralar olup biteni değerlendirmemiz imkânsız. Çok basit olarak söyleyelim; Türkiye’de, şimdiye kadar, var olan sistem, kapitalizmin yeni dönemine uygun değil. Türkiye’deki kurumlar, çarkın dişlilerine kaçacak taşlar gibi ortada duruyor. Tabii bu kurumları ayakta tutan ve adeta bir çimento işlevini gören tutkal-yapı da hukuk sistemi… Bu bağlamda bu sistemde yaklaşık 10 yıldır önemli gedikler açıldığını görüyoruz.

Tabii ki açılan en önemli ve en büyük gedik 12 Eylül 2010 referandumu sonucu oluşan Anayasa tadilatıdır. Kim ne derse desin işte bu sistem şimdi çözülüyor. Bu yapının 21. yüzyıl kapitalizminin tam kalbinde, varlığını sürdüremeyeceğini artık anlamamız lazım. Bunu anlayamamak ve süreci geciktirmek Türkiye’nin çok önemli tarihî fırsatları kaçırmasına neden olacak. Şunu bilmek gerekiyor; dünyanın bugünkü koşullarında Türkiye, Cumhuriyet’i restorasyona tâbi tutarak bu toz duman arasından çıkamaz. Artık ya hep ya hiç eşiğine geldik. Restorasyon, artık Türkiye için faşizmin karanlık tünellerinde yolculuk anlamına gelecektir. Bu, Cumhuriyet’in bütün kurum ve yapılarıyla demokratikleşmesi basit bir restorasyon meselesi olmaktan çıktı. Bu olan biteni ve özellikle hukuk sistemindeki değişiklikleri hâlâ cemaat operasyonu ya da oligarşinin iki kutbunun iktidar savaşı olarak görenler varsa, çok ama çok yanıldıklarını söylemek gerekiyor. 

4) Yeni Anayasa’nın sınıfsal (iktisadi) dayanakları ve ‘yeni’ burjuvazi 
Bugün yeni anayasa tartışmalarında en çok sorulan soru, bu işin olmayacağı, eleştirisi ile birlikte, ‘peki ama kim yapacaktır’ Bizce bu sorunun yanıtı net ama tabii ki bu net yanıt uzunca bir değerlendirmeyi gerektiriyor hatta içeriyor. Bunun için biraz geriye 1980’e gidelim ve Türkiye’nin sanayisinin durumuna bakalım. 

1980’e gelindiğinde imalat sanayiindeki istihdamın yüzde 35’i, katma değerin de yüzde 43,5’i kamu sektöründen kaynaklıydı. Bu zamana değin, Anadolu sermayesi olarak adlandırılan yerel sermayeleri ise sanayide devlet ve büyük sermaye ile girdi-çıktı ilişkilerine girip girmemesine göre gruplandırmak olanaklı görünmektedir. Girdi-çıktı ilişkilerinde iki farklı biçim gözlenebilir: (1) Yerelde üretilen hammaddelerin ilk aşama sınaî işlemden geçirilmesinden sonra gerekli yerlere aktarılması, (2) büyük sermaye veya devlet tarafından üretilen yarı-mamul malların montaj vb. işlemlerden geçirilerek yerel-bölgesel pazara sunumu. Bunların dışında, yerel-bölgesel pazara yönelik olan gıda, dokuma, ağaç ürünleri ile taş-toprağa dayalı sanayi gibi küçük ölçekli, küçük sermayeli, düşük katma değerli geleneksel sanayilerde uzmanlaşmış bir kesimin de yaşam alanı bulabildiği, hatta bunlardan bazılarının ‘orta’ sayılabilecek büyüklüklere eriştiği görülmüştür.
İşte bu işletmelerin birçoğu 1980’den 2001 krizine giden süreçte, yalnız iç pazarı değil, konjonktür gereği, dışarıyı da düşünerek çok önemli adımlar atarak, Türkiye’de geleneksel sermayenin tamamlayıcısı ve bayisi olmaktan çıktılar.

2001 krizini takip eden süreçte, Anadolu’da yapılanan ve çoğu KOBİ ölçülerinde olan bu işletmeler hızla kurumsallaşarak küresel rekabetin ve teknolojinin gereklerini yerine getirmeye başladılar. Özal’la başlayan bu süreç 2001 krizi sonrası ve Ak Parti iktidarları döneminde daha belirginleşerek devam etti. 1950’lerden sonra “resmen” uygulanmaya başlanan ithal ikameci dönemde, Anadolu’nun “zenginleri” İstanbul, İzmir gibi kentlere sanayici olmak için gitmişlerdi. Ancak Özal dönemi sonrası doksanlı yılların başında bu zenginler Anadolu’da yatırım yapmak için geri döndüler.

Ancak Türkiye genelinde, 1980 sonrasında burjuvazinin iç bileşenlerindeki dengeler bakımından nasıl bir değişim yaşandığına bakıldığında, sektörel açıdan finans ve ticaret sektörlerinin sanayi ve tarım aleyhine bir ağırlık kazandığı görülmektedir. Ancak, bu söylenenler, yatay ve dikey bütünleşmesini tamamlamış büyük holdingler için geçerli değildir. Büyük sermayeli sanayinin 1980 sonrasında tekelci-oligopolcü fiyatlama sayesinde kar oranlarını önemli oranda artırdığı saptanmaktadır. Sanayi sektörünün finans ve ticaret karşısında gerilemesi daha çok küçük ve orta büyüklükteki sanayi sermayesi için geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak bu saptama, büyük ölçüde, 2000’li yıllardan sonra hızla geçerliliğini yitirmeye başlamıştır.

Sonuç olarak, 1980 sonrası dönemde sermayenin önemli oranda tekelleştiği, özellikle İstanbul’da üslenen, holding biçiminde örgütlenmiş, finans, ticaret vb. ayaklarını oluşturmuş, yabancı ortaklı kesimlerinin ağırlığını artırdığı görülmektedir. Bunun yanında, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde yaşanan gelişmelere bağlı olarak, ilkönce tekstil, mobilya, gıda ve hammadde yoğun sektörlerde yoğunlaşan, daha sonra da makine ve maden gibi ağır sanayiyi içeren alanlarda dış pazarlara dönük üretim yapan, küçük-orta ölçekli bir sanayi sermayesi de gelişebilmiştir.

İşte bu ikinciler hızla Türkiye’yi dünyaya bağlama doğrultusunda adım atarak, Türkiye’deki demokratikleşme sürecini desteklemiş ve son on yılda Türkiye’de dışa açılmayı ve AB üyeliği perspektifini -neredeyse- geleneksel sermayenin elinden almışlardır.

Sonuç yerine: Tarihsel ve güncel gereklilik 

Avrupa’nın krizi, hiç şüphesiz, Türkiye’nin önemini artırıyor. Artık Avrupa’nın genişlemesi Türkiye üzerinden olacaktır. Bu kriz ortaya çıkardı ki, Avrupa temel ekonomik dinamiklerini önemli ölçüde yitirmiştir. Bu önemli gelişme, sistemin yeniden yapılanmasının doğu merkezli olacağının işaretlerinden birisidir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Bu kriz zenginliğin kaynağını değiştiriyor. Zenginliğin kaynağının değişmesi ise çok basit bir değişimi anlatmıyor. GM, Ford gibi yapıların var olan üretim zincirlerini değiştirmek zorunda kalmaları krizi anlattığı kadar kapitalizmin yeni dönemini de anlatıyor. Zenginliğin ancak serbest piyasa ortamında yapılacak üretimle olacağını, “Ulusların Zenginliğinde” Adam Smith anlatmıştı.

Adam Smith’in kuramını oluşturduğu dönem, üretime dayalı sermaye birikimini ve “serbest rekabeti” anlatır. Bu yıllar, yani 1700’lerin başı ve sonu arasında geçen dönem, İngiltere ve Kara Avrupa’sında yeni bir sistemin oluşmaya başladığı dönemdir.

Devrim niteliğinde bilimsel buluşlar, bu buluşların getirdiği teknolojik gelişmeler ve bu gelişmelerin edebiyat, müzik gibi üst düzey sanatsal alanlarda kendini göstermesi yeri bir dönemi anlattığı kadar, insanlık tarihinin en önemli ve köklü “sıçramasını” anlatıyordu. Burjuva sınıfının doğuşu ve Schumpeter’in deyişiyle yıkıcı yaratıcılığı devreye girmişti.
Yeni ticaret yollarının hızla açılması, Britanya’nın bir imparatorluk olarak yükselişi ve Amerikan kolonilerinin bağımsızlık savaşı kapitalizmin ilk önce ticarete sonra da sanayiye dayalı egemenliğinin temellerini atıyordu.

Kapitalist piyasanın kendiliğinden dengesini kapsamlı olarak anlatan bu anlamda klasik iktisadın başyapıtı sayılan Smith’in “Ulusların Zenginliği,” “zenginliğin,”önündeki en büyük engelin devletin piyasanın doğal işleyişine müdahalesi olduğunu söyler.[12] Smith’e göre; “doğal özgürlük” ortamında devletin başlıca işlevi adalet ve hukuk düzeni, ulusal savunma ve bazı kamu kurumlarının alt-yapı yatırımlarını sürdürmesi olmalıdır. Ancak Smith zamanında tekel hakkı merkantilizmin devletten elde ettiği imtiyazlarla sınırlıydı. Teknolojiyi üreten ve teknoloji rantıyla büyüyen karteller ve emperyal devlet kapitalizmiyle Smith tanışmamıştı.

Ancak kapitalizmin işleyişi Smith’in teorisini yerle bir etti.
Kara Avrupa’sı, kendi iç dinamikleriyle hızla gelişen, sömürgelerle birlikte rekabet edilemez bir ticaret ağı ve sanayi yapısı kuran Anglosakson egemenliğine karşı, devleti öne çıkaran ve kendi gecikmesini devlet kapitalizmi ve yayılmasıyla telafi eden başka bir yolu seçti.

Almanya’nın daha sonra İtalya ve İspanya’nın bu yönelimi, Smith’in serbest rekabetçi kapitalizminden çok ayrı ama daha kanlı bir dünyanın kapılarını açtı. Zenginliğin kaynağı “serbest rekabetçi” sanayi üretiminden tekelci devlet kapitalizmine geçmişti.

1860’da Almanya, sınaî üretimin değeri bakımından, Britanya, Fransa ve ABD’nin arkasından dördüncü sıradaydı. 1913’e, yani birinci savaşın hemen öncesinde, Almanya 1860’da 2 milyar mark olan sanayi üretimini 20 milyar mark’a çıkararak, ABD’den sonra sanayi üretiminde ikinci sıraya yükseldi. Demir-çeliğe dayanan silah sanayi Alman sıçramasını gerçekleştiriyordu.

Alman birliği ve Nazizm, yeni bir zenginliği ve dönemi anlatıyordu. Faşizm ikinci savaşla birlikte yenildi; ama aynı zamanda insanlığa devletçi kapitalizmin en uç uygulamasının mirasını bıraktı.

İkinci savaş sonrası tekelci devlet kapitalizmi, hem yıkılan Avrupa’yı yeniden inşa etti; hem de Amerika’nın ekonomik ve siyasi egemenliğini anlatan ve bizi bugünkü krize götüren yeni sömürgeciliği hâkim kıldı. Bu zenginlik, aslında Nazilerin zenginlik anlayışının kaynağı olan devlete, demir-çelik sanayilerine, daha sonra petrol ekonomisine ve savaşa dayanıyordu. Şimdi bu ekonomi bu krizle birlikte kesin olarak bitti.
Türkiye’de de, bu krizle birlikte, kendini yenileyemeyen, eski ölçekte ve anlayıştaki işletmeler ortadan kalkacak; bu zorunluluk. Zenginliğin yeni kaynağı, ne petrol, ne şişirilmiş finans ne de savaş sanayine dayalı demir-çelik endüstrisi. Zenginliğin yeni kaynağı bilgi ağları, iletişim, nano teknoloji ve ötesi.

Örneğin, küresel geniş bant patlaması hiç dinmeyen bir hızla sürüyor.
Önümüzdeki on yıllık bir perspektifte medya sektöründe, dijital ve mobil iletişim araçlarının ve internet ağlarının ağırlığının artacağı bekleniyor.
Önümüzdeki beş yıl içinde Asya- Pasifik ve Latin Amerika ve Ortadoğu ile Afrika en hızlı büyüyen bölgeler olacak. Her iki bölgede de internet reklâmcılığı, internet erişimi harcamaları, TV yayıncılık aboneliği ve lisans ücretleri, video oyunlarında çift haneli büyüme rakamları bekleniyor. Doğu ve Orta Avrupa ile Orta Doğu/Afrika bu bölgedeki büyümeyi tetikleyecek.

İşte krizden çıkış buralardadır. Zenginliğin yeni kaynağı da bu alanlardır.

IMF’nin, 2026 yılına değin, ülke ekonomilerin büyüme ve dünya GSYH’sından alacakları payları tahmin eden raporu, çok önemli bir gerçeği ortaya koyuyor: Artık gelişmiş ülke, gelişmemiş ülke farklarını giderek ortadan kaldıracak yeni bir sürece giriyoruz.

Bu süreç, finans sermayesinden başlamak üzere sermayenin yeniden yapılanmasını ve buna bağlı yeni sermaye birikimini gündeme getirecek. Bu gelişme özellikle Türkiye için çok önemli; çünkü Türkiye’deki hâkim sermaye yapısının ilkönce kabuk değiştirmesi sonra da tümüyle yenilenmesi, Türkiye için, bir müddet sonra, çok önemli bir siyasi değişimin de habercisi. Yeni bir para ve finans sistemi G-20’nin kurumsallaşmasıyla mümkün ancak bu mutlaka olacak ve bu finans sisteminin merkez ülkelerinden birisi, hiç şüphesiz, Türkiye. Bunun dışında yeni dönemin enerji yolları Türkiye’de kesişiyor. Ceyhan petrol dâhil enerji fiyatlarının belirlendiği ve enerjinin yeniden değerlendirilip dağıtıldığı çok önemli küresel bir enerji merkezi olacak. İran ve Irak’ın bütün bu konsepte uygun ekonomik ve siyasi yeniden yapılanması ve Ortadoğu’nun yeni dengeleri Türkiye’nin siyasi şemsiyesi altında gerçekleşecek.

Çok değil 2017’de dünyanın yeni ekonomik lideri Çin. IMF’nin, Dünya GSYH’sından aldıkları pay itibariyle en büyük ekonomileri sıralayan listesindeki ilk 15 ülke içinde Avrupa’dan sadece dört ülke var. Türkiye, burada 13. sırada. Ancak, yukarıda ki gerçekleri göz önüne alırsak, Türkiye, önümüzdeki on yıl içinde, ilk 10 büyük ekonomi arasına girecek. Çünkü IMF’nin raporunda, Türkiye’nin 13. sıraya yükselmesi İspanya, İtalya ve Kanada’nın geriye gitmesiyle oluyor. Eğer enerji ve finans da, beklenen gelişmeler gerçekleşirse, Türkiye’nin ekonomik dengeleri çok daha radikal bir değişime uğrayacaktır.

Aslında Avrupa ekonomisi artık, Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere üç merkezin üstünde duruyor. Bu üç ülkede, sanayi alanında, hızla eski yerlerini terk ediyorlar.

Türkiye, özellikle makine sanayinde Almanya’nın yerini almaya aday gözüküyor.

Türkiye sanayisi bu krizde istihdam kaybına uğradı ama İspanya gibi temel dinamiklerini yitirmedi; tam aksine AB pazarına alternatif yeni pazarlar yarattı.

Seksenli yıllarda ama daha çok doksanlı yılların başından itibaren Körfez ülkelerinde biriken sermaye, yatırımlarını, şimdi çok zor durumda olan ve bazıları batmış olan Amerikan yatırım bankaları aracılığıyla Anglosakson finans sermayesi çerçevesinde değerlendiriyordu.

Bu yatırımların ancak bir bölümü Kara Avrupası merkezli sanayi şirketlerine gidiyor; büyük bir bölümü de ABD’yi finanse etmek üzere, dolar bazlı kâğıtlara gömülüyordu. Körfezin ve Suudilerin petrol kaynaklı birikimleri, Rus oligarkların enerji ve devlet yağmasından gelen birikimleriyle birleşerek ilkönce Amerika’ya gidiyor; bu paralar Amerikan Hazinesi ve Enron gibi skandal-naylon Amerikan şirketleri arasında paylaşıldıktan sonra, kalan, milyar dolarlık hedge fonları ellerinde bulunduran “para sihirbazları” aracılığıyla “gelişmekte olan” pazarlara yönlendiriliyordu.

Bütün bu süreçte Çin gibi ülkelerde dolar ve Amerikan Hazine kâğıdı alarak, Amerikan militarist sanayisini ve şişen Mortgage ve Wall-Mart ekonomisini beslediler.

Bu sürecin sürdürülebilir olup olmadığını bir kenara koyun, sürecin kendisi, kapitalizm için bile akıldışı ve çarpık bir yapıyı yaratarak, temel ekonomik dinamiklerini kaybetmiş bir Avrupa ve borçla yaşayıp dünyayı tehdit eden bir Amerika’yı insanlığın önüne koyup bıraktı.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye’de dışarıya açık, küresel rekabet edebilir bir ekonomiyi ve bunun aktörlerini gerekli kılıyor. Prof. T. Ash, bu bağlamda Türkiye ile ilgili çok önemli bir tespit yaptı; Ash,‘gerçek liberal düzenin tesisi için Türkiye’nin AB’ye üye olması şart’dedi. Bu gerçek şüphesiz demokratik bir meşruiyet yani yeni bir anayasa gerektiriyor.
Türkiye, hem AB üyeliği politikasını belirleyici bir etkinlikte sürdürmeli hem de Ortadoğu’da, adımlarını sıklaştırıp daha da etkin olmalı. Ayrıca AB’nin bu haliyle bittiğini kabul etmeliyiz.

Geçen gün Orhan Pamuk AB projesi çöktü dedi, herkes tartışmaya başladı. Bir kere AB’yi ‘proje’ sanma anlayışını çok anlamadığımı söyleyeyim. AB, ulus-devletlerin birlik ‘projesi’ değildir; belki, 2. Dünya Savaşı ve faşizmler yüzünden erken keşfedilmiş bir yeni sermaye birikimi ve buna uygun siyasi yapılanmadır. Zaten bu yapılanma, onu yanlış bir şekilde kuran ve yürütmeye çalışanların elinde patladı bugün. Çünkü AB, her biri başına buyruk, bir ulus-devletler topluluğu olamaz. Yeni bir bölgesel kıta devleti olmak zorunda. Böyle de olacak. Kıta devletleri, bu devletleri ayakta tutacak eksen devletler ve federal yerel devletler yapılanmasına gidiyoruz. Bu, Türkiye odaklı ama ‘milli’ olmayan yeni bir burjuva sınıfı demektir aynı zamanda. Bu yolculuğun taşıyıcısı şimdilik bu sınıftır.

Ayrıca bu yeni sınıf Türkiye’de piyasanın süreci belirlemesini, devletin ekonomide mümkün olduğunca düzenleyici ve rekabeti sağlayıcı yönde müdahale de bulunmasını istiyor.

Bugün Türkiye’de devlet bürokrasinden ayrışarak, buradaki tarihsel ortaklığı bitiren yeni burjuva sınıfı,

- Yansız, ideolojisiz ve etnik vurgusuz,
- Kadın-erkek eşitliği temelinde bir siyasal katılımı esas alan,
- Doğaya saygılı, yaşanabilir bir gelecek tasavvurundan hareket eden,
- Adaleti ve eşitliği öne çıkaran,
- Toplumu ve bireyi merkeze alan,
- Bağımsız, tarafsız, siyasal manipülasyona kapalı ve hızlı yargıyı tesis eden,
- Tabulardan, değiştirilemez maddelerden uzak,
- Kuvvetler ayrılığı suretiyle siyasal dengeyi gözeten,
- Eğitime ve bilimsel özgürlüğe, üniversitelerin özerkliğine vurgu yapan,
- Özgürlükçü bir laikliği esas alan,
- Etnik, kültürel ve inanç sorunlarını özgürlükçü temelde çözen,
- Siyasal işleyişte vesayeti kaldıran, demokratik denetimi tesis eden,
- Resmi dili Türkçe kılmakla birlikte anadilde eğitime imkân sunan
Yeni demokratik bir Anayasa iradesini ortaya çıkarmıştır ki artık bu geri dönüşsüz bir yoldur.

KAYNAKÇA

A.G. Frank; Re Orient: Global Economy in The Asian Age; University of California Press- 1997 S: 345
A. Smith, Milletlerin Zenginliği- 2006- İş Bankası Yayınları- İst.
Burada Hard ve Negri’nin başvurduğu Arrighi eseri: Adam Smith in Beijing
Common Wealth, M. Hard, A. Negri-2009
Ç.Keyder; Memalik-İ Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne –2003; İletişim Yayınları-İst.
Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye Bilgi Üniversitesi Yayınları-2006-İst. 
G. Kazgan, Milletlerin Zenginliği içinde sunuş… 2006- İş Bankası Yayınları- İst. 
IMF-Word Outlook-2010 
İ. Atiyas, B. Oder Türkiye’de Özelleştirmenin Hukuk ve Ekonomisi-TEPAV-Ank. 
Osman Can; Özelleştirmeler ve Anayasa- Bir Liberal Dönüşüm Serüveni-Yayınlanmamış makale. 
İ. Tekeli; Türkiye için Siyaset ve Toplum Yazıları- Tarih Vakfı Yayınları- 2011-İst. 
J.A. Schumpeter, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi–Alter Yayınları-2007-İst 
K. Marx, Kapital cilt 1-S: 327- 2011- Yordam Yayınları-İst. 
K. Marx, Kapital cilt 1-S: 330- 2011- Yordam Yayınları-İst.A. Smith, Milletlerin Zenginliği-Birinci Kitap S: 14- İş Bankası Yayınları-2006-İst. 
M. Hard, A. Negri; Common Wealth,
M.A. Ağaoğulları, F. Ç. Zabcı, R. Ergün Kral Devletten Ulus Devlete -2005- İmge Kitabevi 
O. Yenal; Cumhuriyet’in İktisat Tarihi-S: 132 2003- Homer Kitabevi-İst. 
YAP- Ara Rapor-31/05/2011 











[1] M.Hardt, A. Negri; Common Wealth- s: 35-2009-London
[2] M.A.Ağaoğulları, F. Ç. Zabcı, R. Ergün Kral Devletten Ulus Devlete S: 102-2005- İmge Kitabevi
[3] Age.
[4] Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay. İst-2006
[5] Age: s:41
[6] Osman Can; Yol Ayrımında; S:81–2011
[7] Age:S.81
[8] Agy.
[9] Ç.Keyder; Memalik-İ Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne –2003;İletişim yayınları-İst.
[10] Ç. Keyder age, S: 108
[11] Oktay Yenal; Türkiye İktisat Tarihi; S: 39 -2002-İst
[12] Adam Smith; Milletlerin Zenginliği- s.345-İş Bankası Yayınları–2003-İst.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums