- 2.02.2017 00:00
Cemre havaya ve suya düştü. Sırada toprağa düşmesi var. Doğa uyanmaya başladı. Börtü böcek, kuşlar, kuzular baharın gelişini müjdeliyor. Bahar çiçekleri, Nergisler, Sümbüller, Mavi menekşeler, yeşeren türlü türlü otlar boy vermeye başlıyor. Doğanın uyanmasıyla, toprağın kokusuyla mis gibi çiçek kokuları birbirine karışıyor. Havada bahar kokusu..
Biliriz ki her kışın bir baharı vardır.
Doğaya tezat bir hayat olur mu?
Oysa ülke henüz bahara uyanmadı. Hala gök gürültüsü, hala mevsimsiz yağmurlarda ıslanıyoruz. Adalet tanrıçası hala zalimlerin iktidarında esir.
Ülkenin düşünen, sorgulayan, yazan, çizen insanlarının ömürlerinden en güzel yılları çalınmakta. Doğada tek seslilik mi vardır? Hayır, hayatta böyle işte. Farklı sesler birer zenginliktir. Ne ki farklı seslerden irkilen, ürken bir iktidar tepemizde Acem kılıcı sallıyor.
Beni en çok insan hikayeleri hüzünlendirir. Okuduğum bir hikaye de, tanık olduğum bir olayda hep gözlerim dolar taşar, göz yaşlarım akar yanaklarımdan. Bu kış çok gözyaşı akıttım. Çok kez içli türkülere sığındım bir fincan kahvenin yanında tüten sigara dumanında, her hikayeyi yeniden yaşadım benliğimde.
Ülkemin doğusunda henüz yazılmamış, belki de yazılamayacak hikayeler yaşandı. Dicle nehri gürül gürül akarken yanı başlarında ‘’Su diyorum heval su. Su heval su..su.’’ diye diye yardım beklerken Cizre’de yakılarak ölen insanların hikayeleri, belki de tanık kalmadığından yazılamayacak bile. Cizre Nuh tufanını yaşadı yeniden.
Silopi’de bir kadın 57 yaşında öldürüldü. Sokakta yaralıyken ‘’çok üşüdüm susadım ‘’diyen Taybet ananın tam 7 gün sokakta cansız bedeni kaldı. Oğlu ‘’Hiçbirimiz uyumadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz 150 metre ilerisinde öldük.’’ dedi.
Sur’da Şırnak’ta, Cizre’de, Nusaybin’de bir büyük savaştan kalma görüntüleri gördü bu gözler. Terk ettikleri evlerinden can havliyle son bir şilte almanın telaşı ile sokaklarda belirsizliğe giden kadınlar, çocuklar gördük. İnsanlar kendi yurdunda bir sürgünü yaşıyorken ne düşünürlerdi sahi. Kendi topraklarında mülteci bir yaşama dönüşen hayatları için o çocuklar büyüdüklerinde kimleri sorumlu kılacaklar bu ıstıraptan, acıdan.
Havada kan kokusu…
Mikrofondan hırlarcasına tehdit eden bir ses kuş seslerini bastırmakta. Karıncalar bildik düzende gidip gelmekteler toprakta.
Hayat akıp gidiyor, gürül gürül akan bir nehrin coşkunluğunda..
Havada kan kokusu, sokaklarda siren sesleri. Namluları insana dönmüş zırhlı araçlar bir o yana bir bu yana hızla yol almakta korku sinmiş sokaklarda..
Gri taşlarla kaplanmış, yeşile hasret bir parkta ellerim cebimde Nazım’dan bir şiir mırıldanıyorum.
‘’Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
Akan suyun
Meyve çağında ağacın,
Serpilip gelişen hayatın düşmanı…‘’
Oysa hayat insanın insana düşmanlık yapamayacağı kadar hem kısa, hem dolu dolu yaşamaya değer. Doğa, tarih, uzak kentler, insan hikayeleri, çocuklar bir de içli türküler beni hep kendine çeker.. Her insanı hayata bağlayan nedenler var elbette. O hayata atılan sıkı ilmik olmasa intiharlar sıradanlaşır, çoğalır.
Peki yaşamak için o kadar nedenlerimiz varken insanlar neden acı çekmeyi, inançları uğruna bedel ödemeyi göze alabilir ki? Hiç düşündük mü sahi yaşamlarının en güzel yıllarını işkencelerde cezaevlerinde niye geçirsin ki bu insanlar? Dışarıda etliye sütlüye karışmadan yaşmak varken. En çok çocukluğumuzda analarımızdan aldık o öğüdü. Etliye sütlüye karışma keyfine bak diye. Hem geçenlerde başbakanda demedi mi biat et rahat et diye.
Dışarıda gürül gürül akarken hayat, insanlar inançları uğruna bedenlerini neden tutuşturlar hiç düşündük mü?
Şair demiş ya hani;
‘’Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız’’ diye.
Bende çok olandan, güçlüden yana olmadım hiç hayatımda. Hep ezilenlerin tarafında oldum itiraz ettim güçlüye. Daha 19 yaşımda işkence odalarından da geçtim, cezaevlerinden de. Yüreğim o kadar genişledi ki yanı başımda vurulan bir Kürdün çığlığı da, siyah kıtada kurulan dar ağacında sallanan siyah tenli gazetecinin bedeninden çıkan hırıltıda tırmaladı kulaklarımı.
Doğada bir çiçeğin koparılışı da, doğal yaşam alanlarında bir avcının hedefine giren üveyikte sızlattı içimi.
Yüreğim bir sarnıca dönüştü. Acılar doldurdum dört bir yandan. İtiraz belki de başka yaşanan acıları yüreğinde hissetmekle başlar.
Ülkede bir alacakaranlık..
Kafamda sorular uçuşuyor.. Mesela bir insan diğer insanların içinden çıkıp da sonra neden kendi gücüne aşık olur?
Tarih bu insanları nasıl anlatır sahi. Bunlar kendilerini birer yeryüzü tanrısı gibi gördüler. Roma’nın Sezarları, Mısır’ın Firavunları, Mezopotamya’nın Nemrudları hep kendi gücüne tapan birer diktatörlerdi. En çok kendi güçlerini kaybetmekten korkarlardı. Korktukça zalimleşir, zalimleştikçe korkarlardı. En büyük korkularından bir başkası da saraylarında yalnızlaşmalarıydı. Çünkü alışmışlardır çevrelerinde biat eden, el pençe divan duran kişilere.
Ülkemde alaca karanlık sürüyor.
Yüreğim bir sarnıç oluyor, doluyor çocukların, anaların çektiği acılardan. Sahi başkaları için yaşanmayan bir hayatın anlamı var mı?
Ağaçların dallarında tomurcuklar, patladı patlayacak. Ağaçların bedeninde yürüyor kıvrıla kıvrıla özsuyu. Toprak ısınıyor. Doğa uyanıyor.
Az kaldı bahara. Bak kırlangıçlarda görüldü gagalarında baharı taşıyorlar. Sırada leylekler var..
Tamda baharda karar vermemizi istiyorlar. İki sözcükten iki renkten ibaret. Evet ya da hayır. Beyaz ya da kahverengi. Karanlık düşlerini beyazla gizliyorlar. Kahverengi toprak rengi. Toprak uyandıkça yeni bir yaşam boy verir doğada.
Her yeni, uyanışın bir başlangıcıdır unutma. Her başlangıç bir fırsattır. O fırsat Nisan yağmurlarıyla bereketlenecek. Umutsuz olma.
Ne demiş Şili’li şair Pablo Neruda ‘’Bütün çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişin engelleyemezler diye. Böyle biline.
Yorum Yap