Özgürlüğün çadırı, zulmün Saray'ından büyüktür!

  • 28.02.2016 00:00

 Silivri Cezaevi'nin önünde, Şubat sonunun keskin bir ayazı vardı.

Ama biz üşümüyorduk; kızgınlığımızla, öfkemizle, boyun eğmemenin direnciyle, barışa ve özgürlüğe olan inancımızla, umudumuzla ısıtıyorduk içimizi.

Saat 18.00'e doğru vermişti Anayasa Mahkemesi Can'la Erdem'in "özgürlük" kararını.

Duyan, cezaevinin önüne koşup "Balkanların ve Ortadoğu'nun, hatta bütün Avrupa'nın en büyük toplama kampı"nın nizamiyesine dikiyordu gözünü.

Saatler ilerledikçe, insanın içini incecik, çelik gibi  jilet jilet kesiyoru Trakya'nın ayazı.

Ama biz tanıyorduk bu soğuğu; hatta gündüz vakti, güneşin altında daha da beterine karşı tutmuştuk 92 gündür süren "Umut Nöbeti"ni.

Gittikçe artıyordu kalabalık. Can'la Erdem'in eşleri, çocukları, anneleri, CHP'liler ve HDP'liler, Cumhuriyet'in yazarları, çalışanları; işli işsiz, genç ve yaşlı meslektaşlar; hiçbir hak ve özgürlük mücadelesini ıskalamayan  emektarlar... Herkes oradaydı.

Saatler 21.00'i geçmişti.

Gözler Silivri'nin nizamiyesinde, telefonlara dayalı kulaklar Çağlayan Adliyesi'ndeydi.

Sadece dün yaşananlar bile içinde bulunduğumuz hukuk sisteminin ne denli çarpık olduğunu anlatmaya yetiyordu.

Çünkü bundan tam 92 gün önce bir Sulh Ceza Hakimi'nin verdiği "haksız tutuklama" kararının kaldırılmasına  Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, yani 15 yüksek yargı mensubu karar vermiş, ancak bu da yetmemişti. Bir de tahliye kararını bir Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin, yani üç yargıcın da imzalaması gerekiyordu.

Ancak mahkeme geç saatlere kadar süren bir "paralel" davası nedeniyle AYM'nin kararını tahliyeye çeviremiyordu bir türlü.

Cezaevinin karşısındaki "Son Çare" büfesi de gece vakti gelen bu yeni "müşteriler" için nöbetçi kalmıştı.

O da olmasa çölün gece ayazında kalmış bedeviler gibi olacaktık.

İyi ki "Son Çare" vardı. Hiç değilse çölün gece ayazında elinde bir bardak sıcak çay olan şanslı bedevilere dönmüştük!

Son günlerde Silivri'nin önünde "Umut Nöbeti"nden, Diyarbakır'daki "Haber Nöbeti"ne uzanan  bir çizgide; hukukun ayaklar altına alındığı, insanlığın zırhlı araçların peşinde sürüklendiği, yakılmış insan bedenlerinin üst üste yığıldığı, topa tutulan evlerden arta kalan molozların insan kollarıyla, bacaklarıyla Dicle Nehri'ne döküldüğü bir ülkenin gazetecileriydik hepimiz.

Yine de bunca kurumu yeniden, yeniden işgal edilen bir coğrafyada Anayasa Mahkemesi'nin MİT TIR'lar haberi nedeniyle "casusluk"la suçlananların "gazeteci" olduklarına dair karar verebildiği bir noktada duruyorduk dün gece.

Ama tahliye kararı gelmiyordu bir türlü.

Saatler 23.00'ü geçmişti. Sabırlar tükeniyordu ama umutlar asla.

"Umut Nöbeti"nden, "Haber Nöbeti"nden sonra bu kez de "Tahliye Nöbeti"ne geçmiştik.

Bir yandan da AYM'nin verdiği kararın Türkiye'nin geleceği üzerine etkileri, Saray'a rağmen verilen bu tahliye kararının davayı temelden nasıl çökerteceği, AKP içinde yaşanan çalkantıların artık engellenemez biçimde su yüzüne çıkacağı konuşuluyordu.

Aslında çöken, MİT TIR'larıyla ilgili haberleri yazdıkları için Can'la Erdem'e Saray'ın yönelttiği "casusluk" suçlamasıydı.

Bu da aslında bir sürecin tam da sonunun başlangıç noktasında durduğumuzu gösteriyordu.

Saat  geceyarısını tam 50 dakika geçe Akın Atalay'ın sesi duyuldu:

"Tamam arkadaşlar, tahliye kararı imzalandı."

Yeni bir sevinç dalgası ısıttı gecenin ayazını.

Heyecan tırmanmıştı ama içeriden ne gelen vardı ne de giden.

Cezaevinin nizamiyesine koşturan televizyon kameraları da geriye dönmüştü.

Soğuk, artık gösterebileceği hünerinin en üst seviyesine tırmanmıştı.

Ama herkes biliyordu ki bu gecenin de mutlak bir sabahı vardı ve biz de işte tam o sabaha doğru gidiyorduk gecenin o saatinde, Silivri ayazının içinden geçerek.

Perşembe gününü devirmiş, "Erdoğan'ın doğum günü"ne geçmiştik ki, saatler 03.15'i gösterirken Can'la Erdem göründü kapıda.

Öyle bir sevinç dalgası yayıldı ki Silivri Cezaevi'nin kapısından dışarıya, o soğuk binalar bile şaşırmıştır kendi önlerinde yaratılan böyle bir mutluluk tablosuna.

"Artık soğuktan uyuşmuşlardır" diye düşündüğümüz genç kameramanlar, foto muhabirleri, gazeteciler, sunucular mesaiye yeni başlayan insanlarda olabilecek bir enerjiyle fırladılar haberin "odak noktaları" Can'la Erdem'e doğru.

"Hoş geldiniz. Kusura bakmayın bu saate kadar beklettik sizi. Geç vakit oldu, sizi de çok beklettik. Bizi de bekletenlerin niyeti 25’inden 26’sına geçmesiydi. Sayın Cumhurbaşkanı’nın doğum günü kutlu olsun" diye başladı Can üzerine tutulmuş ışıklara, kameralar, teyplere, mikrofonlara doğru konuşmaya. 

Vahşi bir ormanda macera arayan bir grup insandık sanki de, yolumuza çıkan dev bir canavar birçok arkadaşımızı kapmıştı. Biz de büyük bir uğraşla ancak ikisini kurtarmıştık ama daha geride kalanlar vardı.

Can da, Erdem de unutmadı onları.

 Can, "Kendimizi savunmaya devam edeceğiz. Davamız devam edecek. Biz çıktık, 30’u aşkın meslektaşımız içeride. Takipçisi olacağız. Bu toplama kampı müze olana kadar mücadele etmeye sonuna kadar devam edeceğiz. İçeride gazeteci arkadaşlarımız bizi unutmayın dediler. Bu karar onlarında çıkmasına emsal olacaktır. Bunun iyi bir başlangıç olmasını ümit ediyorum" diyordu birkaç dakika önce çıktığı cezaevi kapısının önünde.

Dışarı çıkmıştı ama Erdem'in de aklı içeride kalan arkadaşlarındaydı:

"Bu tutuklu gazetecilerle ilgili sorunun bittiği anlamına gelmez içeride arkadaşlarımız var. Bunu çok büyük bir olay olarak görmüyoruz aslolan bütün bir basının, barışı isteyen insanların birlikteliği gerekir."

Cezaevi kapısında Can'la Erdem "Faşizme Karşı Omuza" sloganlarıyla karşılanmışlardı.

Evet, Can'la Erdem'in şimdilik özgürlüklerine kavuşması birşeydi ama herşey demek değildi.

Van'dan Diyarbakır'a Kürt gazeteciler, sadece kanlı bir vahşeti gizlemek isteyenlerin kurdukları tezgahlar sonucu  cezaevindeydiler.

"Cemaat"e yakın görünen gazeteciler, katledilen bir hukukun kurbanıydılar ve hala parmaklıkların arasında, olmayan adaleti arıyorlardı.

Cizre'nin sokaklarında ölü bedenler toplanıyordu insan insan... İdil'de gökten ölüm yağıyordu. Enkaz yığınına dönmüş Sur'un bodrumlarında yaklaşmakta olan bir vahşetin kurbanları asla teslim olmadan "insanlığın yaşam koridoru"ndan geçmek istiyorlardı.

Üzerlerine üniforma giydirilmiş yoksul aile çocukları geleceklerini kanlı bir bordronun peşine takmış, kendi sınıfından insanlarla birbirlerini öldürüyorlardı.

Kimden, nereden yana olursa olsun sıkılan her kurşunda, atılan her roketatarda hepimiz bir insan eksiliyorduk.

Oysa hepsi daha düne kadar aynı suda, aynı buğday başağında, aynı yoksulluğu paylaşıyorlardı; aralarına "yaşam yaşam" yerine "ölüm ölüm" tohumlar serpilmeden önce.

Ölümün hükmü kaldırmasına karşın taziye evinden "terörist milletvekili"çıkartmaya çalışanların, gazeteciden "casus" imal etme çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Ülke bir savaşın kıyısında; hem içeriye, hem de dışarıya doğru kanlı uçurumların kıyısına çoktan gelmiş, geçiyordu.

vri Cezaevi önünde bekleyenler doğan yeni güne karşı yoldaşlarını "Gün Gelecek, Devran Dönecek, AKP Halka Hesap Verecek" sloganlarıyla uğurluyorlardı.

92 gündür süren ve içeride tutuklu gazeteci kaldıkça bitmeyecek olan Silivri'deki "Umut Nöbeti"ni tutanlara önce bir "Halk Ekmek" kulübesi, sonra bir çadır sığınak olmuştu.

Bu yaşanan gecenin sabahında, dönüp dönüp Birleşmiş Milletler'e "Dünya beşten büyüktür" diyenlere bir hatırlatma yapmak gerekiyor.

BM'ye kadar gitmene gerek yok. Silivri'ye bak, dersini al yeter:

Özgürlüğün çadırı, zulmün Saray'ından büyüktür!

CELAL BAŞLANGIÇ / HABERDAR

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums