- 6.02.2016 00:00
Sokak aralarında, yıkıntıların içinde ölü bedenler yatıyordu.
En önde, sopaya takılmış beyaz bez parçasıyla yürüyordu bir kişi. Arkasında sıralanmıştı ellerinde katlanmış battaniyelerle Cizreliler...
Kurşunlanmış, bombalanmış, parçalanmış cenazeleri taşıyacaklardı dört bir yanından tuttukları battaniyelerle.
İlk buldukları birkaç ölüyü aldılar sedye gibi kullandıkları battaniyelere.
Nusaybin Caddesini kesmiş bir zırhlı araçla bir paletli tankın önünden geçerken açıldı ilk ateş.
"Uyarı ateşi olmalı" diye düşündüler, eğilerek devam ettiler yollarına.
Ancak ikinci ateş başladı. Patır patır yere düşüyordu önündeki insanlar.
Kamerasına daha bir sıkı sarıldı. Kaç savaş muhabiri cephede kurşun yiyen insanlara bu kadar yaklaşabilirdi ki!
Ama burada kurşunlanalar cephedeki askerler değil, sokağın ortasında yatan cenazelerini almaya giden sivillerdi.
Önünde vurulup yığılanları, "katliam tarihi"nin hafızasına kaydediyordu aslında.
Tam bu sırada sağ bacağında dayanılmaz bir acı hissetti. O da görüntülerini çektiği diğer insanlar gibi yığılıp kaldı yere omuzunda kamerasıyla.
Dayanılmaz bir acı bacağından yukarı, bütün vücuduna yayılıyordu.
Kurşunlar uçuşuydu üzerinden ama kamerası çalışıyordu hala.
Yere yığılanların bedenlerinden akan kan toprağa karışıp kırmızıdan kahverengine dönüşen bir leke bırakmıştı yerde.
"Kamuoyunun bütün çıplaklığıyla görmesi gerek bu an" diyerek çekimini sürdürüyordu. Ama bir yandan da çok korkuyordu. Vurdukları kameramanın yaralı biçimde yığıldığı yerden çekim yaptığını görürlerse yeniden tarama olasılıkları büyüktü.
Dehşet anının görüntülerini kaydede kaydede bir dükkanın önüne uzandı.
Ateş kesilince ambulanslar geldi. Bütün olan biteni kaydeden İMC TV'nin kamerasını Refik Tekin iki yaralıyla birlikte bir ambulansa bindirilirken kurşun yağmurundan yara almadan kurtulan bir arkadaşının eline tutuşturdu kamerasını. O anda dünyanın en değerli hazinesi o kamerada kayıtlı olan görüntülerdi Refik için.
Kurşun isabet eden bacağından beynine doğru bir ağrı vuruyordu şimşek hızıyla.
Ambulans durmuştu. "Hastaneye geldik" diye düşündü. Bir polis sırtından yapışıp yaralı bacağını ambulansın merdivenine, yere çarpa çarpa sürükleyerek indirdi ambulanstan.
Aşağıda kendini bekleyen başka "resmiler" de vardı. Yaralı bedenine yumruklar, tekmeler yağmaya başladı. Hakaretin, küfürün bini bir paraydı. Tek ayrımsadığı söz "Türk'ün gücünü göreceksin" oldu.
Bir başka "resmi" el uzanıp boynunda asılı gazeteci kimliğini koparıp aldı.
Meğer geldikleri yer hastane değil, Cizre'nin kaymakamlık binasıymış.
Demek ki kuşatılmış kentlerde ölü bedenler toprağa kavuşamıyor, yaralılar hastane yerine önce kaymakamlık binasına getiriliyormuş.
Sürüklenerek bindirildi yeniden ambulansa. Artık acılarının biteceğini düşünüyordu çünkü şimdi gerçekten hastanenin önüne gelmişlerdi.
Aracın kapısı açılınca kendisini bekleyen bir tekerlekli sandalye, bir de çok sayıda asker gördü.
Yumruk yağmuru altında bindirildi sandalyeye. Asker kalabalığından oluşan tekme ve yumruk tünelinden geçiyordu sanki.
Bütün bu saldırı, küfür altında en net ayrımına vardığı tek bir söz vardı:
"Türk'ün gücünü göreceksin."
Dövülen, hakaret edilen yaralı sadece Refik değildi. Hastaneye getirilen bütün yaralılar acil servise gidene kadar aynı dayak ve küfür koridorundan geçiyordu.
Ankara'dan ve Malatya'dan getirilen sağlıkçılar yapıyordu ilk müdahaleyi Refik'e. Bacağındaki yarayı açmak için pantolonunu kesen sağlıkçı "Şerefsiz 500 liralık Columbia pantolon giyiyor" diye söyleniyormuş.
Ciddi bir ameliyat geçirmiş, kemiği ciddi biçimde çatladığı için sağ bacağına 40 santimlik bir platin takılmıştı.
Refik, bir ayağı sargıda uzandığı koltuğun üzerinde, gündelik, sıradan bir yaşanmışlık gibi anlatıyordu, kendisini ziyaret eden gazetecilere.
Bölgede yaşanan zulmü özellikle Türkiye'nin Batı'sına duyurmak, iktidarın tıkadığı haber kanallarını açmak, yandaş medyanın yalan üzerine kurulu propaganda çarkının çanına ot tıkamak, meslektaşlarının gördüğü baskıya, saldırıya, tehdite, kurşunlamaya karşı dayanışma göstermek için Türkiyeli gazeteciler "Haber Nöbeti" tutma kararı vermişti.
İlk ekip olarak gelmiştik Çarşamba günü Diyarbakır'a.
Evrensel'den Ceren Sözeri, serbest gazeteci Evrim Kurtoğlu, Cumhuriyet'ten Ayşe Yıldırım, Haberdar'dan Said Sefa, Özgür Düşünce'den Ergun Babahan, Diken'den Tunca Öğreten, Etha'dan Önder Öner ve ben ilk ekip olarak Diyarbakır'a ayak bastığımızda ne kadar doğru bir iş yaptığımız bir kez daha ortaya çıktı.
Bir gün önce "zift havuzu"ndaki "gazete kılıklı" kirli iktidar bültenleri biri öldürülen, diğeri yaralı ele geçirilen Sırp uyruklu, PKK tarafından kiralanmış keskin nişancıları manşet yapmıştı.
Aynı gün İçişleri Bakanı Efgan Ala bile bu haberi yalanlıyordu. Ama bu yalanlamaya rağmen ertesi gün kirli iktidar bültenleri "Yedi Düvele Karşı Savaşan" Erdoğan'la, biri öldürülüp diğeri yaralı ele geçirilen "keskin nişancı Sırplar" masalını anlatıyordu.
Diyarbakır'daki ilk durağımız; siyah beyaz taşlarla bezeli, geleneksel mimarinin şık bir örneği olan DTK'nın binasıydı. Önünde eğitim emekçileri nöbet tutuyordu. Zaten Diyarbakır'ın dört bir yanı "nöbet alanı"ydı.
İçeride DTK Eşbşkanı, yıllarını bu mücadeleye vermiş, neredeyse Kürt Özgürlük Hareketi'nin canlı arşivi olan Hatip Dicle karşılarında 80'leri, 90'ları aratacak düzeyde faşizan bir zihniyetle karşı karşıya olduklarını anlatıyordu:
"Bunların tutumu İttihat ve Terakki'ye benziyor. Çoğulcu ve liberal kuruldu, sonunda devletleşti. Turancılık hayalleriyle bunu yapıyordu. Şimdi Neo-Osmanlıcılık sevdasındaki AKP'yi devlet yuttu. 1925'ten beri gelen Şark Islahat Planını yapan devletin tarafından yutuldu."
Sonra Sümerpark'taydık. Aileler Sur'daki çocuklarının cenazesini alabilmek için "çocuklarını gömme" nöbetindeydi. O kadar acı öyküler anlatıyorlardı ki, insanın içine dokunuyordu keskin bir bıçak gibi.
Çocuklarını değil, sadece cenazelerini istiyorlardı toprağa vermek için:
"Yaşamlarına saygı duymadınız, bari naaşlarına saygı duyun."
Din alimleri nöbet tutuyordu "açlık grevi"nde. Eğitimciler gelecek kuşaklar için nöbetteydi. Aileler çocuklarının cenazelerini almak için nöbet tutuyordu. Sağlık emekçileri "Yaşam Nöbeti"ndeydi. Bu ülkenin geleceğini düşünenler "Barış Nöbeti"ndeydi. Biz gazeteciler "Haber Nöbetçisi" olarak katıldık toplamdaki bu "İnsanlık Nöbeti"ne.
Özgür Gün TV'nin yayın yöneticileri dün gece "prime time"daki iki saatlerini "Haber Nöbeti" tutmaya gelen bizlere bıraktılar.
"Davetsiz misafir" olmadık Özgür Gün TV'nin ekranlarına, izleyicilerinin evlerine; biz "nöbetçi misafir"dik.
Bölgede müthiş bir habercilik yapıyordu "özgür bir ülke" sevdalısı "özgür gazeteciler". Ölümü göze almakla eşdeğerdi buralarda gazetecilik yapmak. Yazmadıkları, görüntülemedileri hiçbir zulüm yoktu. Katkımız sadece "Biz buradayız" diyerek yaşanılanları ortaklaştırmak, Türkiye'nin batısındaki kanalları daha da çoğaltmaktı.
Biz bu ülkede Kürtlerin beklediği "İnsanlık Nöbeti"nin bir parçası olarak daha çok tutacağız "Haber Nöbeti"ni ve daha çok yazacağız; genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla, kadınıyla, sağlıkcısıyla, eğitimcisiyle, Kürtlerin yazdığı bu "direniş destanı"nı.
(SÜRECEK)
CELAL BAŞLANGIÇ / HABERDAR
Yorum Yap