- 2.02.2017 00:00
Memleket referanduma gidiyor. Yaşadığımız köy, semt, ilçe veya il ile ilgili lokal bir hadise değil mevzu; nasıl "yönetileceğimiz" ile ilgili. Yani önemli. "Evet" derken de "hayır" derken de aklımızda olması gerek...
Hemen belirtmiş olayım: Tercihi "evet" olanlardan bazılarına göre "hayır" diyenler "PKK'lı, Fetö'cü, bölücü, terörist, vatan haini". Tercihi "hayır" olan bazılarına göre ise "rejim elden gidiyor", "bölünüyoruz", "şeriat, hilafet gelecek" vb.
Bu durumda "evet" diyenler "hayır" diyenleri; "hayır" diyenler de "evet" diyenleri en hafif deyişle "gayrı meşru" ilan etmiş oluyorlar. E bu referandum ne diye yapılıyor o zaman? İnsanların tercihlerini böylesine uç kavramlarla mahkûm etmek isteyenler herhalde kendi tercihleri adına “kampanya” yürüttüklerini, insanları etkilemeyi amaçladıklarını sanıyorlardır. Oysa yaptıkları referandumun doğasına aykırı. Sadece belli bir tercihi “meşru” görüp diğer tercih veya tercihleri “tehdit ve tehlike konusu” ilan etmek olacak şey mi?
Zaten referandumun OHAL şartlarında yapılması başlı başına bir handikap oluşturuyor. Bu durum referandum sonuçlarının uzun süre tartışma konusu olarak gündemimizde kalması için kendi başına bir sebep.
“Evet” de “hayır” da son derece meşru seçmen tercihleridir. “Boykot” da bana göre meşru bir tercih. Ama referandum konusu göz önüne getirildiğinde hiç de doğru bir tercih değil. (Bazı marjinal sol çevrelerin bu yönde bir tutumları olduğunu biliyoruz. Onlar “devrim” yapmak gibi gayet ciddi! bir dava için “yüksek siyaset” yapıyorlar. Dolayısıyla memleket meseleleri için söyleyecek sözlerini kendi elleriyle boşluğa savurmuş oluyorlar.). Bu nedenle kimsenin kimseyi tercihlerinden dolayı adeta “hain” ilan etmesini doğru ve ahlaki bulmuyorum; demokrat bir tutumla ilgisi olmadığı da besbelli.
Bu referandumun en büyük handikabı sadece OHAL şartlarında yapılıyor olması değil tabii ki.
Yıllardır yeni, sivil, demokratik bir anayasa yapılması gerektiğini savunanlardanım. Meselemiz sadece darbecilerin yaptığı bir anayasa ile yönetiliyor olmanın utancından kurtulmak değildi; aynı zamanda daha demokratik, daha özgürlükçü, demokratikleşme sorunlarımızın çözümüne zemin sunan, imkan sağlayan bir anayasa yapmak idi. Bir değişikliği savunur veya eleştirirken ilkelerimiz, ölçülerimiz olması gerekir. Bu, hiç kuşkusuz ve elbette ki gündemdeki anayasa değişikliği için de geçerli.
AKP-MHP koalisyonunun göz açıp kapayıncaya kadar hızla bir odaya kapanıp hazırladıkları, seferberlik halinde parlamentodan geçirdikleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayını bekleyen ve Nisan ayı içerisinde referanduma sunulacak bu değişikliklerin bize daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük getirip getirmeyeceğine, demokratikleşme sorunlarımızı çözmemize hizmet edip etmeyeceğine bakarak doğru karar verebileceğimiz inancındayım.
“Rejim elden gidiyor” ideolojisinden miras ülkemizin mevcut sorunlarının “rejim değil sistem değişikliği” olduğu söylenen bu değişikliklerle çözüleceğine dair herhangi bir iddia veya hedef ortaya konulmuş değil. Değişikliklerin gerekçesi olarak ortaya konulan en ciddi argüman, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle birlikte ortaya çıkan durumun düzeltilmesi gereği. İktidar partisi ile cumhurbaşkanlığının siyaseten “farklı” olması halinde bu durumun ciddi sorunlara yol açma potansiyeli taşıdığını kabul etmek gerekir.
Ne var ki halihazırda böyle bir sorun olmadığını da biliyor, yaşıyoruz. Sayını Erdoğan duruma gayet hakim. Ahmet Davutoğlu’nu başbakanlık koltuğuna nasıl oturttuğunu ve ciddi bir seçim başarısının hemen ardından nasıl aldığını hatırlayalım… Demek istediğim, bu “sistem değişikliği” için bu denli aceleci davranmanın kabul edilebilir bir nedeninin olmadığıdır. Buna karşılık ekonomik kriz, Suriye ve bağlantılı sorunlar, her birimizi düpedüz yaşam endişesine sürükleyen “kör terör” ve güvenlik gibi her biri diğerinden ciddi ve aciliyeti gözler önünde sorunlarımız var. Demokratikleşme sorunlarımızın merkezinde duran Kürt sorunu, Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri ve siyasi, toplumsal kutuplaşma sorunlarımız var. Bu sorunların çözümü için başkanlık modeline geçmek “olmazsa olmaz” ise, “Biz neyi tartışıyoruz ki?” diyeceğim…
Başkanlık sistemine mutlak olarak karşı olanlardan değilim. Sistemin demokratikleştirilmesi bağlamında tartışılabilir bir öneri ve görüştür. Ancak açık ki mümkün olan en geniş toplumsal mutabakatı gerektirir. AKP-MHP koalisyonu bu toplumsal mutabakatı temsil etmekten uzaktır. Çünkü mesele iki partinin hükümet etmek üzere koalisyon yapması değil, ülkenin geleceğini tayin eden bir anayasa değişikliği yapmak istemeleridir. Unutmayalım, anayasa “toplumsal sözleşme” demektir; birkaç partinin oy oranının toplamı toplumsal karşılığı itibarıyla gerçek bir “mutabakat” demek değildir. Bu hesap ve yaklaşım yanlış ve yanılgılıdır. Nitekim AKP ve MHP’ye gönül vermiş birçok insan “hayır” demeye yakın durmaktadır ve bu da son derece doğaldır…
Malum, bu ara sanatçı, sporcu, gazeteci, yazar titri taşıyan “ünlüler” tercihlerini açıklıyor, ilan ediyorlar. Kendimi “ünlü” saydığımdan değil de, yurttaş sıfatıyla yukarıda özetlediğim kendi nedenlerimle ben de oyumun rengini HAYIR olarak belli etme gereği duydum.
Anadolu insanının anlamlı bir sözüdür; ihtimaller barındıran yeni bir işe soyunduklarında “hayırlısı” derler. Ben de “hayırlısı…” diyorum.
-Mevzu önemli olunca düzenli yazdığım bir mecra olmamasına rağmen sosyal medyada da olsa yazmayı sorumlu yurttaşlığın bir gereği olarak kendime görev addettim ve devam da edeceğim…
Yorum Yap