- 5.02.2016 00:00
Bir ‘davası’ yoktur; ‘davası’ olanların duruma göre yalakası, yalaması (‘qeşmer’), tetikçisi olurlar. Karşılığında ‘oldukları’ şeyin adamı değillerdir; mesela bir ‘köşesi’ olup da memleket meselelerine dair ahkam kesecek ne bilgi ve donanımları ne de ölçüleri, dünya görüşleri, duyarlılıkları vardır. Bunu ‘sahipleri’ de kendileri de bilirler ve zaten ilişkileri ‘ihtiyaca binaen’ kurulmuş bir ilişkidir.
‘Oldukları’ pozisyona can havliyle sarılırlar. Ve bu, kırk yıllık ‘dava’ arkadaşlarını dahi şaşkına uğratacak derecede sahtekarca bir ‘biat’ halidir. Herkese önerdikleri de budur; ‘biat et, rahata er’. Kendilerini çok akıllı, zeki sanırlar; aslında sadece çok kurnazdırlar. Ve aynı zamanda çok tehlikeli kişiliklerdir. Çünkü ilkeli bir duruşları, bir dünya görüşleri olmadığı gibi, ahlaki ve vicdani bakımdan sefil, yoksul ve düşkün kişiliklerin en berbat versiyonlarıdır. Sahipleri ‘vur’ dese parçalamaya hazır beklerler. Karşılığında bir ‘aferin’ alınca dünyalar onların olur. Bu ‘aferin’ maaşına zam, yeni bir saldırı programına başlamak, uçağında ‘reis’in yanı başında görünmek gibi biçimlerde tezahür eder tabii.
‘Aferin’ almış ‘tırşıkçı’ kendine sevdalanmanın zirvelerine tırmanır. Her nasılsa bir ‘uyarı’ alana değin onu durdurabilene aşk olsun. Tehdit eder. Söver. Daha da saldırgan olur. Polis olur, savcı, hakim, gardiyan olur. Bilmeyen, bir numarası, ‘derin’ ilişkileri, bir ‘bildiği’ var sanır; korkar, tırsar, siner ve ‘ben ettim sen etme’ kıvamına gelir. Bunun ‘tırşıkçıda’ yol açtığı etki, ‘Ben neymişim be abi’ etkisidir, iyice zıvanadan çıkar.
Genellikle herhangi bir dini hassasiyetleri yoktur; ama gerektiğinde dindar bile takılabilirler. Dindarlığın faziletleri üzerine güzellemeler yapabilirler, dindar görünümlü parti ve destekçilerini yere göğe sığdıramazlar, ama misal rakı sofralarından da eksik olmazlar. Bazen coşagelip insan içine çıktıkları da görülür. Sağda solda filanca yerde kadınlarla içtiği gibi dedikodular çıktığında, ortalığa düşüp ‘Bunlar külliyen yalan, karalama’ savunmaları yapar ve herhalde daha ‘tedbirli’ olmaya karar verirler.
Düşünebildikleri en büyük ‘tedbir’, Boğaz’da bir eve yerleşmek, her ne yapıyorsa kendileri gibi olanlarla kem gözlerden ırak durarak yapmaktır. Adını nefretle andıkları Ertuğrul Özkök, aslında içten içe hayran oldukları biridir, idolleridir hatta. O ve onun gibilere duydukları nefreti siyasal eleştiri diliyle perdelemeye çalışırlar. Ama bu nefretin özünde sırıtan, Onun gibi olmak isteyip de olamamaktan başka bir şey değildir. Boğaz’a yerleşseler de olmamaktadır. Boğaz’a karşı freeshop’lardan gizlice alınmış pahalı viskiler yudumlasalar da.
Sahiplerine ‘biat’ derecesinde bağlılık, muhaliflere ‘düşmanlık’ derecesinde karşıtlık ‘fıtratları’ gereğidir. İçleri kin, nefret, fesat ve kötülük kaynamaktadır. Sevgisizdirler. Hiçbir şeyi doğru dürüst sevmezler, sevemezler. Kendilerini de sevmezler aslında. Kötü olduklarını bilirler içten içe. Kendine sevdalı olma hali bir hastalıktır sadece ve kendilerinden yana yaşadıkları rahatsızlığı bastırma gayretidir, o kadar.
Bu, birbirlerine karşı da böyledir. Birbirlerinin yazılarını överler, birbirlerinden alıntılar yaparlar, birbirlerini RT’lerler filan. Bu, bir yönüyle ‘Benim gibi başkaları da var’ avuntusudur; ‘başka kötüler de var’. Fakat onlar ‘reis’in gözdesi olmak, gündeminde olmak rakipleridir aynı zamanda. En ufak bir ‘falsoda’ ya da ‘ortalık karıştı’ durumunda birbirlerine olmadık sıfatlarla saldırmaktan geri kalmayacakları kesindir.
Genellikle ‘devşirmedirler’. Mümkündür ki kimisi sol bir gelenekten gelmektedir ya da Kürtçü veya İslamcı, cemaatçi vb. Geldikleri yerlerde de rüzgarın yönüne göre yelken açan kişiler olmuşlardır; tabii rüzgar esmeyince gemiyi koşarak ilk terk edenler de.
Tırşıkçılar yazmakla biter mi? Bu daha konunun ‘le le’si. Nereden girdiysem bu konuya…
Yorum Yap