- 4.02.2016 00:00
Biliyorsunuz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) cemevleriyle ilgili kararı Türkiye’nin itirazı üzerine Büyük Daire’de tekrar görüşüldü ve AİHM kararı kesinlik kazandı. Yani kesinleşen bu kararın ardından Türkiye’nin cemevlerinin ‘ibadethane’ statüsünü tanıması, Alevilere haklarını teslim etmesi gerekiyor.
Bu, yürürlükteki anayasanın 90. maddesinin de ‘gereği’. Çünkü anayasanın 2004 yılında yeniden düzenlenen 90. maddesinin son fıkrasına göre, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. (Ek cümle: 5170 - 7.5.2004 / m.7) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır’’.
Bu durumda Türkiye’nin AİHM kararını ‘tanımamak’ şeklinde bir ‘kararlılığı’ varsa önündeki yegane seçenek AİHM kararlarını kendisi açısından ‘bağlayıcı’ hale getiren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) altındaki imzasını geri çekmek ve beraberinde Anayasa’yı değiştirip ‘uluslararası hukukla filan işimiz yok’ demek. Bu, tabii ki AB sürecinin de tasfiye edilmesi demek.
AİHM kararı vesilesiyle de olsa Türkiye din, inanç, vicdan özgürlüğü hakları bakımından çok önemli bir ‘açılım’ yapmak durumunda. Fakat dönüp Saray’a bakıyoruz, ‘tık’ yok.
Hükümete bakıyoruz, oradan da durumun ciddiyetine uygun ne herhangi bir açıklama ne de ‘açılım’ hazırlığı...
Hükümete bakıyoruz, oradan da durumun ciddiyetine uygun ne herhangi bir açıklama ne de ‘açılım’ hazırlığı...
Biliyoruz, AKP’nin özellikle din ve inanç özgürlüğü hakkı ile ilgili ‘bilirkişisi’ bazı fetvacı ilahiyatçılar ile Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB). Cemevlerinin statüsü ve diğer Alevi talepleri ne zaman gündeme gelse, bu fetvacılar ile DİB’den alınan görüşe göre hareket ediliyor. Uluslararası hukukun bu hakları nasıl tanımladığına göre değil. Mağdur yurttaşların seslerine kulak verilerek ise hiç değil. Sanırsınız ki Türkiye ‘laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti’ anlayışı ile değil de bunların zihnindeki ‘şeriat’ ile yönetiliyor.
Bu meselenin İsmail Kahraman’ın çıkışıyla gündeme gelen ‘laiklik’ tartışmasıyla da çok yakından ilişkisi var. Eğer laiklikten anlaşılması gereken devletin bütün din ve inançlara eşit mesafede durması ve bu din ve inanç gruplarının inanç ve ibadetlerini özgürce yaşamasının güvencesi olmak ise... Fakat laiklik tartışması yürütenlere bakıyorum, onlar da oralı değil.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, konuyla ilgili gazetecilerin sorusu üzerine bir açıklama yaptı neyse ki. Sayın Görmez’in açıklaması konuya ‘yeni’ bir boyut getirdi: Bakalım millet ne diyor?
Görmez’in açıklaması şöyle: “Millet olarak birbirimizin hakkına ve hukukuna saygı konusunda vereceğimiz ortak kararın bütün mahkemelerin kararlarından yüce olduğuna inanırım”.
‘Millet’ konusundaki bu cılkı çıkartılmış söylem, çoktandır bir ‘hukuk devleti’ olma iddiasının önüne konulan en büyük demagojik engel. ‘Ne milleti yahu? Temel hak ve özgürlükler pazarlık konusu yapılır mı?’ diyecek olsanız alacağınız cevap ‘Sen millet düşmanı mısın?’ oluyor.
17-25 iddialarına da ‘millet’in ekseriyeti inanmamıştı zaten, değil mi?
Galiba ‘millet’ böylesine kullanılmaktan gına getirene değin bu demagojinin hükmü sürecek...
Yorum Yap