- 20.02.2016 00:00
Hâlâ bilmeyen varsa öğrenmiş, unutan da hatırlamış olmalı: Siyaset ve diplomasinin bir görünen bir de ‘görünmeyen’ yüzü var.
Görünen yüzünde karşılıklı çıkar ve dostluklardan bahsedilir, yuvarlak, klişe laflar edilir, bazen de meramını ancak uzmanının tercüme edebileceği tumturaklı cümleler.
Görünmeyen yüzünde ise istihbarat örgütlerinin ilişkileri, faaliyetleri, doğrudan ya da dolaylı rol oynadıkları ‘operasyonel’ planları vardır. Söz konusu olan grift ilişki ve dengeleri, değişken hesap ve senaryoları, taktik ve stratejik amaçlı operasyon ve manipülasyonları ile sürekli tetikte olmayı gerektiren Ortadoğu ise, siyaset ve diplomasinin görünmeyen, karanlık yüzü çoğu zaman daha önemlidir.
Siyasetle ilgili herkes bilir; muhatabınız herhangi bir güce, hele ki küresel bir güce kendi görüşünüzü empoze ederken “Ya dostumsun ya düşmanım” dercesine bir tutum içinde olamaz, bu üslupla konuşamazsınız. Sayın Recep Tayyip Erdoğan diplomasiye de kendi ‘tarzını’ hakim kılmış durumda. Bir süredir neredeyse her gün ABD’ye “Eyy Amerika! Benimle misin PYD ile mi?” diye sesleniyor. Seslendirdiğiniz görüşün doğruluğu yanlışlığı bir yana, bu üslubun kendisi ‘faul’.
‘Görünen’, yani bildiğimiz boyutuyla Türkiye’nin dış politikası bu örneğin de özetlediği şekilde ciddi hatalar içeriyor. İsrail ve Mısır örneklerindeki zig zagları da düşünecek olursanız özellikle Ortadoğu eksenli dış politika yanlışlarını sonuçlarıyla birlikte daha iyi görebilirsiniz.
Bir stratejik vizyonunuz olur ve attığınız adımlar, kurduğunuz ilişkiler bu vizyonun hayata geçmesine hizmet eder. Mesela AKP iktidarının ilk iki döneminde AB’ye tam üyelik temel bir öncelikti ve eksikleriyle birlikte buna uygun bir yolda yürünüyordu. Son yıllarda Türkiye’nin stratejik vizyonunda büyük bir muğlaklık var. Yanlış hesap, beklenti ve öngörüler ülkeyi tehlikeli belirsizliklerle dolu bir doğrultuya soktu. Bana birisi anlaşılır bir dille Türkiye’nin Ortadoğu’da -veya genel olarak dış politikada- ne tür bir vizyonla, ne tür taktik ve stratejik beklentilerle hareket ettiğini söyleyebilir mi? Mesela Suudi Arabistan ne zaman ve neden Türkiye’nin ‘stratejik ortağı’ oldu? Suriye’de dünyanın dört bir yanından ithal cihatçılarla çuvallayan Esad’ı devirme hesapları bu tabirin (stratejik ortak) ‘karşılığı’ olabilir mi?
Yürütülen siyasetin ‘görünmeyen’ boyutunda da büyük ve artık gizlenemeyen bir ‘fiyasko’ var. “Kuş uçsa haberimiz olur” denilen Ortadoğu’da AKP ve Erdoğan’ın ‘emperyal’ heveslerini karşılayan bir gelişme ve gidişat yok; Osmanlı fantezileri sadece acı acı gülümsetiyor. Suriye yeniden kurgulanıyor ve Türkiye ‘etkisiz eleman’. Suriye politikası, boşa çıkan kırmızı çizgilere hapsedilmek istenen PYD-YPG yüksek hassasiyetine indirgendi. Bir de “Suudilerle operasyon yapabilir miyiz?” planları var. Suudilerin kiralık askerleri ve kumandası ABD’nin elinde savaş uçakları üzerinden hesap yapmak, çöken Suriye politikasında sefaletin son perdesi...
Ankara katliamının faili olarak YPG’yi ilan etmek nedense (!) kimseyi ikna etmedi. Ama saldırının arkasında envai çeşit istihbarat örgütlerinin bulunduğu teorilerinde haklılık payı var. Asıl soru şu: Türkiye neden kaynağı çok çeşitli olabilecek terör saldırılarının açık hedefi haline geldi?
Nedenini biraz da ‘kendimizde’ aramamız gerekmiyor mu? Çünkü maalesef belli ki bu ‘son’ saldırı olmayabilir. Koltukları insan hayatından daha ‘kıymetli’ ilgili ve yetkililerimiz de görüyordur herhalde. Görüyor mudur?
Yorum Yap