- 22.11.2015 00:00
Az önce çıktığım cezaevi kapısındaki gardiyan ve jandarmaların, biraz ötemde beni karşılamaya gelmiş aile ve arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında, mahpushane bahçesindeki toprağın üzerinde kıpırdamadan beş dakika kadar durdum. Bir saygı duruşu gibi…
Ahdım vardı. Yıllar olmuştu, toprağa basamamıştı ayaklarım. Ayaklarımın altında toprağı hissedememiştim. Toprağın kendine özgü yumuşaklığını, rengini, kokusunu… Toprak, ‘içerideki’ insan için en az ‘mavi’ kadar büyük bir hasretin adıdır.
Doğa işte; inatçı oluyor. Dört bir yanı gri, beton ve demir parmaklıklarla, üzerinize kilitlenmiş demir kapılarla kaplı hapishane dünyasında havalandırmaların kıyısında köşesinde bir tutam yeşil ot olarak uç verirdi bazen. O yeşil ne büyük renkti, şenlikti. Ne var ki ‘rutin’ aramaların en büyük hedefi de o inatçı bir tutam yeşillikti maalesef. Kökünden kopartırlardı ne kadar itiraz etsek de. Bir daha çıkamasın diye üstüne beton yamalar yaparlardı gardiyanlarımız.
Biz de az inatçı değildik tabii. Hapishanenin nispeten ‘rahat’ dönemlerinde soğan, patates, meyve kabuklarını çürüterek ‘toprak’ elde ederdik. Saksı niyetine plastik kaplarda küçük biberler yetiştirirdik. O biberlerin tadı kadar gözlerimizin önünde büyümesi, filizlenmesi idi bizi heyecanlandıran. Bir avuç ‘üretilmiş’ toprak korkutmazdı zindancılarımızı. Bilirdik ama, ne zaman ki cezaevi idaresinin tutumu değişir, o bir avuç toprak ve tadından, kokusundan yenmez biberlerimiz talan edilirdi…
Çünkü zindancılarımız için toprak, ‘tünel mi kazıyorsunuz?’ demek idi. Ama onların toprak alerjisini sadece bu ‘olağan’ güvenlik kaygısından ibaret sanmak, saflık. Toprak, izole edildiğiniz hayatı anlatır size. Ülke demektir. Yurt demektir. Tarihiniz, anılarınız, atalarınız ve hikayeniz demektir. Bu yüzden yasaktır. Bu yüzden hapishane dediğiniz, gri olmak zorundadır. Gri ve beton. Demir parmaklıklar ve üzerinize gürültüyle kapatılan kapılar…
Ve bu yüzden işte, toprak, mühimdir. Bir parçası olmaya, kalmaya inat ettiğiniz, direndiğiniz, hayat.
Hayatın betondan ve demirden kafesler içerisine konularak kopartıldığınız başka boyutları da olduğunu unutturmayandır.
Yağmur yağar ve yağmurdan sonraki o doyumsuz toprak kokusu dolar içinize. Gardiyanlar işte buna çare bulamadılar bugüne değin. Dedim ya; doğa, inatçıdır. Ama asıl sizin inadınızın büyük olması gerekir. Alışmamak için. Çok ince, hassas bir dengesi vardır mahpushanede yaşamanın. Hem bulunduğunuz şartlara uyum sağlamak, o şartları kendiniz için ‘yaşanılır’ kılmanız gerekir ve hem de mahpushanenin insanın doğasına aykırı yapısına asla alışmamanız… Bir gün anlatabilmeyi umut ediyorum.
Bazen bana mahpusluğun başka bir çeşidini düşündüren beton şehirlerde yaşıyoruz. Nefes almaya kaldığı kadarıyla kırlara, parklara değil bana insanı yutan birer cendereyi çağrıştıran AVM’lere gidiyoruz. Yürümüyoruz. Toprağa basmıyoruz. Toprağa basmanın ne demek olduğunu tamamen unuttuk belki de.
Beni dinlerseniz eğer, bulabildiğiniz ilk fırsatta toprağa basın. Yağmurdan sonraki toprak kokusunu içinize çekin. Bence kendinizi daha iyi hissedeceksiniz…
-Çimo jû ké berba. çimo bîn nêhuno. /Bir göz ağlarken, öbür göz gülmez.
Yorum Yap