- 31.08.2015 00:00
Dersim 38 katliamının bir de o kanlı kıyım harekâtına katılan askerlerle ilgili bir boyutu var. O askerler nasıl böyle bir kıyımı gerçekleştirebilmişlerdi? Onlara ne denmiş olabilirdi ki cumhuriyet tarihinin halka yönelik bu en kanlı harekâtında rol almayı kabul etmişler, kadın, yaşlı, çocuk demeden bir halkı yok etmek istemişlerdi?
Onlara denilmiş olan şeyin; olayın anlamı, sonuçları ve vahameti bakımından hiç kuşkusuz bir değeri yok. Çünkü hiçbir gerekçe bu olayı ‘makul’ ve ‘anlaşılabilir’ kılamaz. Bu nedenledir ki yıllarca Türkiye toplumuna yalan söylendi. ‘İsyan’ dendi, ‘eşkıyalık’ dendi, vb. Ama başka Dersimliler gibi benim de merak ettiğim, olayın faillerinin psikolojisiydi. ‘Devlet aklı’nı anlayabiliyordum ama ya o harekata bizzat katılan ve toplu katliamlar gerçekleştiren askerler bunu nasıl yapabilmişlerdi? “Emir gelmiş, yapmışlar işte” diye düşünmek yeterli bir izahat değildi.
38’in bu boyutunu ilk defa 12 Eylül yıllarında cezaevindeyken düşünmeye başlamıştım. Darbe olduğunda bulunduğum Davutpaşa Kışlası’nda kaldığımız koğuşların geniş pencerelerinden kışlanın iç taraflarını görebiliyorduk. ‘Büyük’ operasyonların öncesinde subaylar bahçede askerleri topluyor ve bizim tarafı işaret ederek burunlarından soluyan öfkeli bir edayla biz yaşlardaki o askerleri dolduruşa getiriyorlardı. Böylece “Bunlar devlet, millet, bayrak düşmanı komünistler” gazını alan askerler, her zamankinden daha coşkulu saldırıyorlardı.
Tanık olduğumuz bu sahneler, yalan-dolanla dolduruşa getirilen askerlerin ‘düşmanca’ tavırları, aklıma Dersim 38’i getirmişti.
38’in mağdur tanıkları konuşuyorlardı. Peki ya askerler neden konuşmuyordu?
Seyit Rıza’nın idam sehpasına götürülürken çekilmiş bir resmi vardır. Üniformalı iki kişi kafasına fötr şapka takılmış Seyit Rıza’yı kollarından sıkıca tutmuştur. O iki kişiden biri istihbaratçı bir emniyet görevlisidir. 38’e dair araştırmalarım sırasında o kişinin kızıyla arkadaş oldum. Babasının kemikleri sızlıyor mudur bilmem, çünkü arkadaşım Dersim ve Kürt sorununa duyarlı, demokrat bir insan. Ölene değin babasının ağzından Seyit Rıza ve 38 ile ilgili bir kelime alamamış. Tıpkı 37-38 harekâtına genç bir cumhuriyet subayı olarak katılan 12 Mart faşizminin kudretli ‘uçan paşa’sı Muhsin Batur gibi. Batur, hayat hikâyesini detaylarıyla anlattığı kitabında Dersim 38 için susmayı yeğlemiştir; “Hayatımın bu bölümünü anlatmaktan imtina ediyorum” diyerek.
Ama derdiyle terk-i diyar etmek istemeyen asker tanıklar da vardı. Onların anlatımlarıyla yıllarca merak ettiğim gerçeği öğrendim. Yusuf Halaçoğlu’nun kulakları çınlasın: Onlara harekât öncesi, “Bunların hepsi Ermeni” demişler, “kâfir, gâvur” demişler, “dinsiz-imansız” demişler, ‘sapık, sapkın’ demişler. Yani daha çok dini hassasiyetlerini istismar eden yalanlar söylemişler.
Ve o konuşan askerler acı içerisinde, “Onları, çoğu kadın, yaşlı ve çocuktu, bir ahıra topladık, ateşe verdik. Yanarak ölürken son nefeslerinde salavat getirdiklerini duyduk” dediler. “Ehl-i Beyt’i anarak, Kerbela şehitlerini imdada çağırarak öldüler” dediler. Bazısı Kürt, bazısı Türk’tü. Onlara anlatılanların yalan olduğunu anladıklarında, ömürlerince taşıyacakları bir vicdan acısı yüklenmişlerdi...
Bu yazının kıssadan hissesi olsun: İnsan hayatına dair yalan söylemenin en büyük cezası, sahibine verdiği vicdan azabı ve boğucu huzursuzluktur.
Yorum Yap