- 1.04.2014 00:00
Türkiye, genel seçime hatta referanduma dönüşen bir yerel seçim geçirdi. 2009 seçimlerinde doğru ya da yanlış projeler konuşulmuştu.
Bilhassa yerel seçimlerin hizmet vaatleri ve proje odaklı olması doğası gereği. 30 Mart’a gittiğimiz süreçte bunları bırakın başkan adayları bile gündeme gelmedi. Dünyanın ademi merkeziyete iyice kaydığı çağda mahallî idareler, topluma doğrudan temas eden organlar olarak merkezî yönetimden daha fazla ilgi çekiyor. Biz ise kişilerden ve projelerden bahis açmadan yerel seçim yaşayarak siyaset bilimi literatürüne geçmiş olabiliriz.
Peki, ne konuştuk? İktidar partisini hedef alan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları birinci ve hatta tek gündem maddesiydi. Muhalefet, dört AK Partili bakanın istifasıyla sonuçlanan yolsuzluk soruşturmasını odağa alan bir kampanya yürüttü. Yatak odalarından çıkan para dolu kasalar ve ayakkabı kutularını anlatmaya çalıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal arasında geçtiği öne sürülen konuşmaları kamuoyu ile paylaştı.
Başbakan Erdoğan ise iddiaların kendisine değil, devlete yönelik bir tehdit olduğu temasını işledi. Toplumun şuuraltındaki ‘kutsal devlet’ olgusunu harekete geçirmeyi hedefledi. Ekonomik riskleri de yanına eklemeyi ihmal etmedi. Amerikan MerkezBankası (FED) merkezli ve aylar öncesinden başlamış ekonomik sarsıntıları 17 Aralık’a yükledi. İnsanlara ‘kişisel refahınızın sigortası benim mesajı’ verdi. Siyasette en geçer akçelerden biri, insanlarda tehdit altında olduğu hissini uyarmak. Bu makro ve mikro planda başarıldı. Merkez Bankası’nın krize müdahalede geç kalmasının faturası başdanışman Yiğit Bulut’a havale edildi. Ama ben onun da sadece günah keçisi olabileceğini ve bilinçli bir erteleme ihtimalini düşünüyorum. Bizimle aynı durumdaki Brezilya ‘geliyorum’ diyen krize aylar öncesinden tedbir aldı. Bizdeki ihmalin Bulut’un ‘ben öyle düşünmüyorum’ cümlesiyle izah edilemeyeceği ortada.
Devlete dönük tehdit algısı da başarılı biçimde oluşturuldu. Bazı birimlerin yüzyıllık birikimi sahaya yansıtıldı. MİT TIR’ları ile ilk deneme yapıldı. Devlet ciddiyetiyle telif edilemeyecek şekilde sallamseyit gönderilen TIR’lar yakalatıldı. Normal şartlarda ‘Biz yakaladık, sınırlarımızda kuş uçurtmuyoruz’ diyerek üste çıkmak normal aklın gereği iken tam tersi yapıldı. Uluslararası kriz riskinin bile göze alındığı anlaşılıyor. Son hafta sızdırılan ‘Suriye ve Süleymanşah’ tapeleri için de aynı şey söylenebilir. İçerik dış ve iç kamuoyunda sıkıntı oluşturabilirdi. İç kamuoyunu yönlendirme becerisi dışarıdaki riskin alınmasıyla sonuçlandı. En mahrem alanını koruyamama beceriksizliği ve savaş provokasyonu iç kamuoyundan ustalıkla gizlendi. Ve tehdit algısına eşi görülmemiş katkı sağlandı.
Bu seçimlerin önemli sonuçlarından biri geleneksel medyanın yeni medyaya olan üstünlüğü idi. Sosyal medya sınırlı bir kitleye erişiyor. Zaten bunlar çoğunlukla AK Parti’ye muhalif kesimler. Yani kendileri çalıp kendileri oynadı. TMSF’nin eliyle ve kendine yakın sermaye marifetiyle eriştiği medya gücü Erdoğan’ın en büyük avantajı. Buna ‘Alo Fatih, Alo Nermin’ medyası da eklenince, büyük bir propaganda makinesi ortaya çıkıyor. Kamu yayıncısı TRT’nin 10 günde AK Parti’ye 13 saat 22 dakika ayırırken en yakın muhalefet partisinin 48 dakikada kalması kayıtlara geçti. Ve dünyada örneği olmayan bir rekora imza atıldı.
Erdoğan, alternatifi olabilecek partileri içine alarak siyasi öngörüsünü ispatladı. Ayrıca büyükşehir sınırlarını değiştirerek taşradaki ağırlığını sandığa taşıdı. Bunlar da tamamlayıcı unsurlardı. Gerginlik politikası ve halka karşı psikolojik harp sürdürülebilir mi? Zor. Bunu Erdoğan anlar mı? Orası meçhul...
Yorum Yap