- 18.12.2014 00:00
Toplumsal algı oluşturmanın en etkili yöntemlerinden birisi yazılı ve görsel medya araçlarını kullanmaktır. Bu, tabiatı gereği meşru bir yöntemdir. Kaldı ki medya da bu yüzden vardır. Ne var ki, bu gücü tam tersine de kullanmak mümkündür. İtibar suikastı yapmak için darbelere ve operasyonlara toplumsal zemin hazırlamak, toplum psikolojisini yönetmek, medyanın kendi doğal mecrası dışına çıkarak halk yararına değil, belirli yapıların çıkarlarına hizmet etmesini ima eder.
Birçok ülkede medyanın çıkar gruplarına veya üst akıllara hizmet ettiği söylenebilir. Türkiye medyası da bu gayri-ahlaki hizmetten azade değil.
Hatırlayın, Ahmet Kaya’ya yapılan itibar suikastlarını, iftira manşetlerini…
Siyasetçi, sanatçı, cemaat, sivil toplum kuruluşu, dernek veya vakıf, kanaat önderi, belirli bir çıkar grubunun hedefine girdiğinde, onu bitirmek veya yok etmek için öncelikle o kişi veya kuruluşun kamuoyu önünde itibarsızlaştırılması gerekir. Bunun için medya aracılığıyla kara propaganda, manipülatif haberler yapılır. Ve ardından hedefe ulaşılır.
1960 darbesinden 5 yıl önce, normalde 20.000 baskısı olan İstanbul Ekspres Gazetesi 6 Eylül 1955’te“Atamızın evi bombalandı” manşetiyle 290.000 adet basılarak İstanbul halkını galeyana getirmek için kullanılmıştı. 1960 darbesinin hemen akabinde Cumhuriyet Gazetesi: “Kahraman Türk ordusu bütün memlekette sabaha karşı idareyi ele aldı” Hürriyet Gazetesi: “Türk ordusu vazife başında, Silahlı Kuvvetlerimiz bütün yurtta idareyi fiilen ele aldı” Akşam Gazetesi: “demokrasiyi tesis için iktidar deviren ilk ordu: Türk ordusu” manşetiyle baskıya girmiş, gazeteyle beraber bir ‘kına’ dağıtmadıkları kalmıştı.
1971 darbesinden yaklaşık 1 ay önce, 15 Şubat 1971′de kaçırılan Amerikalı bir çavuşla ilgili haberi Hürriyet gazetesi 16 Şubat 1971 tarihli baskısında, “Tabanca, molotofkokteyli, dinamit, banka soygunları” “Nihayet Adam da Kaçırdılar” başlıklarıyla manşetten duyurmuş, ilgili haber hakkında,“Meçhul eller tarafından süratle kargaşalığa sürüklenen Türkiye’deki olaylar zincirine dün yeni bir halka daha eklenmiştir” yorum yaparak 1971 darbesine psikolojik zemin hazırlamıştı.
Medyadaki bu ‘kadim misyon’un 12 Eylül 1980 darbesinde de devam ettiğini görüyoruz.
Darbeden yaklaşık iki ay önce 7 Temmuz 1980’de yine Hürriyet Gazetesi: “Halk endişeli Çorum’da bu iş durmaz” iki ay sonra, 7 Eylül 1980’de “Bayramın kanlı bilançosu: 20 ölü Sağ kalmak zorlaştı” “Dün Malatya bugün Sivas yarın başka şehir” “Kaç kişinin nerede nasıl can vereceğini bilemez olduk” “Ölen ölene vuran vurana” “Anarşi kol gezmiyor hayula olup karşımıza dikiliyor” başlıklarıyla Türkiye toplumunu ‘bir kurtarıcıya (orduya) ihtiyacı olduğu’ hususunda ikna etmeye çalışmıştı.
Nitekim darbeden 1 gün sonra 13 Eylül 1980 sabahı Tercüman Gazetesi: “Ordu Mecbur Kaldı” Günaydın Gazetesi “Amaç Demokrasiyi Rayına oturtmak!” manşetleriyle kamuoyunu darbenin meşruluğu konusunda ikna etme çalışmışlardı.
Darbe ve Medya ilişkisinin belki de en çok gün yüzüne çıktığı 28 Şubat postmodern darbesini “Medya Darbesi” şeklinde nitelendirmek bile mümkün.
1995 seçimlerinde en çok oyu alan Refah Partisi ile DYP bir koalisyon hükümeti kurmuş, bu hükümet daha ilk ayında manipülatif haberler ve dezenformatif manşetlerle devrilmeye çalışılmıştı.
Ali Kalkancı, Fadime Şahin ve Müslüm Gündüz gibi “disposable (tek kullanımlık) figüranlar” kullanılarak iktidarın irticayı hortlattığı haberleriyle Türkiye’nin şeriat tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı yalanına başvurulmuştu.
Dönemin gazetelerinden Sabah, 10 Aralık 1996’da: “Rektörler Endişeli”, 29 Aralık 1996’da Hürriyet:“Polis tarafından yapılan baskında Müslüm Gündüz’ün bir kadınla yarı çıplak vaziyette çekilen görüntüleri verilerek böyle basıldı” 2 Şubat 1997’de Sabah: (Sincan’daki Kudüs gecesi için) “Bu ne rezalet”, 12 Haziran 1997’de Hürriyet: “Gerekirse silah bile kullanırız!”, 3 Mart 1997’de Radikal: “Hocaya (T.C. Başbakanı) bir hafta süre” manşetleriyle darbe öncesinde ‘kadim misyon’larının gereğini yerine getirmişlerdi.
28 Şubat Medyası, bu açıdan yakın tarihin en büyük kirli operasyonlarından birini yapmıştı.
Medyanın üstlendiği bu ahlaksız rol hiç değişmedi, değişen sadece gömlekler oldu.
Sahneye bu defa cemaat medyası çıktı.
Hedef seçtikleri herkesi, önce kendi medyaları aracılığıyla itibarsızlaştırdılar. Ardından operasyonlara başladılar.
Ergenekon ve Balyoz Davası’nda adaletin sorgulanması ve davanın sulanması böyle oldu.
Tahşiye Davası, Türkiye’deki algı operasyonu yapan medya geleneğinin gömlek değiştirerek devam ettiğinin en tipik örneği.
Nur talebelerinin oluşturduğu gruplara nazaran daha radikal bir çizgide duran Molla Muhammed ve Tahşiye Kitapevi çevresi, Gülen Cemaati’nin hedefine girer.
Kalem kırılmıştır, Mola Muhammed ve Tahşiye Yayınevi çevresi yok edilecektir.
Ve baş döndüren algı operasyonu başlar.
6 Nisan 2009: Fethullah Gülen, haftalık sohbetinde kendi cemaatine yapılacak komplo teorisini anlatırken: “Hizbulvahşetten sonra El Kaide’yi de icat ettiler. Yarın daha başka şeyler de icat edebilirler. Mesela Tahşiye diye bir şey icat edebilirler. Hafizanallah iyi organize edebilirlerse bunları belki hakiki Müslümanlarla, kitap okuyan Müslümanların içine sokmaya çalışabilirler. Onları güçlendirmek için ellerine silah da verebilirler. Kitapların arkasındaki zatın posterlerini evlerine asabilirler… Biz nurları Haşiye yapıyoruz derler. Adlarına da Tahşiyeciler derler. Sonra Kalaşnikoflar verirler ellerine” gibi sözler sarf edererek “Sümela’nın Şifresi”ni verir.
8 Nisan 2009: Zaman Gazetesi, “Terör örgütü üretenler yeni tezgâh peşinde” başlıklı bir haber yapar.
09 Nisan 2009: Topa Ertuğrul Özkök de girer. “Hoca durup dururken, bu konuyu niye yine gündeme getirdi?”başlıklı bir yazı yazarak kamuoyunun ilgisini Fethullah Gülen’in 6 Nisan 2009’da yaptığı sohbete çeker.
10 Nisan 2009: STV, Tek Türkiye adlı “paralel karanlık kurullar” dizisinde, “-yeni projemizin adı Tahşiye olacak. -efendim özür dilerim ama bu nasıl bir eylem planı? İlk defa duyuyoruz. –vatan gemileri üzerine yapacağımız, onları tekrar zor durumda bırakacak yeni bir iltica dalgasıdır” gibi tuhaf konuşmalar geçer.
10 Nisan 2009: Hüseyin Gülerce, “Gülen, neden uyardı?” başlıklı bir yazıyla, Fethullah Gülen’in sohbetinde geçen “Tahşiye”yi açıklamaya çalışır.
11 Nisan 2009: STV, Tek Türkiye (sanırım bu Tek Türkiye, sadece onlara ait olacak bir Türkiye) dizisinde Tahşiye ifadeleri kullanılmaya devam eder. Dizideki konuşma aynen şöyledir: “-Kullanamadan deşifre olan grup Tahşiye miydi? Tahşidat mıydı neydi onlar deşifre olmuş durumda. Bu işin arkasını bırakmayalım. İsim değişikliği yapalım, yola devam edelim mutlaka. Silahlar hep bizden mi çıkacak. Biraz da bunlar çıksın. –Bu dinci örgütün yeni ismi ne olsun efendim? –Rahle, mahle bi şey diyin işte. (…)”
26 Nisan 2009: Nuh Gönültaş, sadece Tek Türkiye adlı kriminal dizideki karanlık kurulda geçen diyaloglardan oluşan bir köşe yazısı yazarak “Tahşiye”yi toplumun bilinçaltına iyice yerleştirir.
Medya, artık kamuoyunu hazırlamıştır. İş, emniyet ve yargı ayağına kalmıştır.
Ve kırmızı butona basılır.
4 Mayıs 2009: İstanbul İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na gelen imzasız, tarihsiz ve isimsiz mektup üzerine Savcılık, Tahşiye mensuplarını takip etmek için mahkemeden izin ister.
5 Mayıs 2009: Mahkeme jet hızıyla izin verir. 7 Ekim’e kadar teknik takip yapılır.
22 Ocak 2010: Gözaltı operasyonu için düğmeye basılır. Hasta ve görme engelli olan Molla Muhammed’in de aralarında olduğu 122 kişi gözaltına alınır.
Girilen evlerin birinde, tesadüf ya, tam da Turgut Yıldırım’ın abdest almak için banyoya girdiği bir sırada polisler dolapta içinde bombaların ve fişeklerin bulunduğu bir poşet bulur. Yine tesadüf ya, o ana kadar kayıtta olmayan kameralar, poşet bulunduğu andan itibaren kayda girmeye başlar.
Medya yine iş başındadır: Operasyondan bir gün sonra “El Kaide Çökertildi” yollu haberler yapılır, manşetler atılır.
Sonra ne mi olur?
Gözaltına alınan 122 kişiden bazıları 17 ay hapis yatar. Evde bulunan bombaların Zir Vadisi ve Poyrazköy’de bulunan bombaların seri numaralarıyla aynı olduğu anlaşılır. Bombaların üzerindeki parmak izlerinin polislere ait olduğu tespit edilir.
1960’dan günümüze kadar, binlerce mağduriyet yaşandı, on binlerce hayat çürüdü…
Şimdi başa dönelim ve soralım: Basın özgürlüğü mü dediniz?
Twitter: @bayramzilan
Yorum Yap