- 10.08.2014 00:00
Bugün 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den sonra ilk kez halk 12. Cumhurbaşkanı'nı seçebilir. Köşk'e çıkanları tanıttığımız yazının ikinci bölümü...
Dün Atatürk, İnönü, Bayar, Gürsel ve Sunay’ın cumhurbaşkanı seçilmesi süreçlerini özetlemiştim. Dün bıraktığım yerden hafıza tazeleme işine deva ediyorum.
‘OLUMLU PASİF’: FAHRİ KORUTÜRK
1973 baharında Sunay’ın görev süresi biterken Ağustos 1972’de Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, cumhurbaşkanı olma umuduyla görevinden istifa etmiş ve Senato’ya girmişti Ancak ordunun siyasi partileri ikna turları sonuç vermedi. Askerlerin tehdit ve markajı altında seçimlere geçildi. Oylar Gürler ile AP’nin asker kökenli adayı Tekin Arıburun ve Demokratik Parti (DP) adayı Ferruh Bozbeyli arasında bölündü, defalarca oylama yapıldı ama üç aday da seçilemedi.
Bunun üzerine ordunun komuta kademeleri, cumhurbaşkanlığı seçimini iki yıl erteletmek istedi. Ama bunu mümkün kılacak kanun teklifi TBMM’de bir oyla reddedildi. Bunun üzerine CHP lideri Ecevit'le AP lideri Demirel Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan'ın adaylığında anlaştılar. Ancak TBMM üyesi olmayan Taylan’ın kontenjan senatörü olarak Meclis’e sokulması, Sunay tarafından onaylanmadı. Bunun üzerine AP, CHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) apar topar eski Deniz Kuvvetleri Komutanı (Kontenjan senatörü ve Moskova Büyükelçisi Fahri Özdilek'i ortaklaşa aday gösterdiler. İddialara göre Korutürk’ü de ordu önermişti. Fahri Korutürk Cevdet Sunay tarafından 1968’de kontenjan senatörlüğüne atandığını için bu sefer Sunay’ın engelleme yapması mümkün değildi. Bunlar olurken annesini ziyaret için İstanbul’da Moda'da olan Fahri Korutürk, gece yarısı gelen bir telefonla 'frakınızı alıp yarın Ankara’ya gelebilir misiniz?’ cümlesiyle cumhurbaşkanlığı adaylığını öğrendi. Ankara’ya gittiğinde seçilme nedenini sorduğunda “dürüstsünüz, askersiniz, demokrat bir kişiliğiniz var" dendiğini anlatır. Kendisine göre “kenarda köşede kalmış biri olduğu için” seçilmişti!
Askerler Meclis localarında
6 Nisan 1973 günü yapılan 15. tura 635 üyeden 557’si katılmış, bunların 365’i (yani Meclis’in yüzde 57,5’i) nihayet Korutürk’e ‘evet’ demişti. Seçimlerin ilk turunda dinleyici localarında yerini alan 52 general ve Meclis’in etrafındaki askeri tertibat İnönü’nün ve Gürsel’in cumhurbaşkanı seçimlerini çağrıştırıyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un ve Hava Kuvvetlerinden yüksek rütbelilerin ortada görünmemesi ise cuntadaki çatlağa işaret ediyordu. Daha sonra Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun naklettiğine göre Cumhurbaşkanı seçildiği günün akşamı, bir amiral, Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi için kulis faaliyetlerini yürüten Fahri Çoker’e telefon açarak “kurtardın bizi Fahri Paşa” diye memnuniyetini ve takdirlerini bildirmişti. Anlaşılan o gün bir darbenin eşiğinden dönülmüştü.
Fahri Korutürk kültürlü, zarif biriydi. Eşi Emel Hanım resim yapardı. Korutürk dönemini esas olarak siyasi çatışmalar, kutuplaşmalar, hükümet krizleri karakterize etti. Tam 16 hükümet gelip geçti cumhurbaşkanlığı sırasında. Korutürk bir röportajında, “Öldüğümde sorgu melekleri dünyada ne yaptın diye sorduklarında ‘herhalde hükümet buhranlarını çözmeye çalışmakla vakit geçirdim’ karşılığını vereceğim” demişti. Hem kişiliği hem de 1961 Anayasası’nın rejimi vesayet altına almak konusunda açık kapı bırakmamak kaygısıyla hazırlanmış yapısı yüzünden bu çatışmaları önleyemezdi ama bunun için inisiyatif de almadı, olayları izlemekle yetindi. Demirel'e biraz mesafeli, Erbakan'a bayağı mesafeli, Ecevit'e nispeten yakındı. “Olumlu pasif” adı takılmıştı kendisine.
(Emel ve Fahri Korutürk çifti bir resepsiyonda)
21 Aralık 1979’da Kenan Evren’in başkanlığında İstanbul’daki Birinci Ordu Karargâhı’nda toplanan komutanlar siyasilere bir uyarı mektubu yazmaya karar vermişlerdi. Mektubunun 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan farkı, mektubun partileri değil, tüm anayasal kuruluşları uyarmasıydı. 27 Aralık 1979 Perşembe günü, haftalık olağan toplantıda Cumhurbaşkanı Korutürk’e verilen ‘Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü’ başlıklı mektup, Cumhurbaşkanınca, beş gün süreyle kamuoyuna açıklanmadı. Gerekçe, Korutürk’ün “yeni yıl dolayısıyla milletin keyfini kaçırmak” istememesiydi. Korutürk, 2 Ocak 1980 günü, Başbakan Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i Çankaya Köşkü’ne davet ederek mektubun suretini verdi. Verirken de, ‘bu işin komplikasyonlara sebebiyet verilmeden Meclis’te çözülmesini ve yetkinin Meclis’te olduğunu, dolayısıyla bu mektubun yadırganmamasını’ tavsiye etti.
Cumhurbaşkanı Korutürk, aynı gün mektubun bir suretini, TBMM Cumhuriyet Senatosu, Milli Birlik Grubu (MBG), Kontenjan Senatörleri Grubu Başkanlarıyla, TBMM’de grubu bulunan siyasi parti liderlerine gönderdi. Bu tarihten yoğun bir tartışma başladı. İktidar topu muhalefete, muhalefet iktidara atıyordu.
TBMM’de 124 nafile tur
1980 yılı başında, ekonomideki sürekli olarak kötüye gidişi durdurmak için, Süleyman Demirel’in ekonomik danışmanı Turgut Özal’ın hazırladığı ‘24 Ocak Kararları’nın sarsıntısı sürerken 6 Nisan 1980’de Fahri Korutürk’ün görev süresinin tamamlanması yeni bir gerginlik kaynağı oldu. AP lideri Süleyman Demirel ile CHP lideri Bülent Ecevit’in ortak bir aday üzerinde anlaşamaması üzerine, 5 ay boyunca TBMM’de tam 124 tur oylama yapıldığı halde Cumhurbaşkanı seçilemedi. Daha doğrusu turların başlaması için Mardin Bağımsız Milletvekili Nurettin Yılmaz’ın aday olması dışında aday bile çıkmamıştı.
Buna MSP Genel Başkanı Erbakan’ın 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine katılmaması, 6 Eylül 1980 günü Konya’da yapılan Kudüs mitinginde atılan sloganlar, bir üniversitede İstiklal Marşı okunurken bir bölüm öğrencinin ayağa kalkmaması, bir sendika toplantısında Enternasyonal Marşı söylenmesi darbeciler için ek birer meşruiyet kaynağı oldu. 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı 4’te TRT’de İstiklal Marşı çalındıktan sonra anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitimiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, emir ve komuta zinciri içinde, ülke yönetimini ele geçirdiğini açıklayan Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 Numaralı Bildirisi okundu. Ardından Hasan Mutlucan’ın davudi sesiyle okuduğu Rumeli türküleri eşliğinde, Türkiye Karanlık Çağı’na adımını attı.
ELİ KANLI DARBECİ: KENAN EVREN
O yılların, İran İslam Devrimi, SSCB'nin Afganistan'ı işgali, Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadından ayrılması yüzünden Türkiye'nin Batı bloğunda tutulmasının çok önem kazandığı yıllar olduğunu anımsayınca, darbenin hangi saiklerle yapıldığı daha iyi anlaşılır ama konumuz bu olmadığı için burada kesip Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olmasının hikayesine geçeyim.
Kenan Evren'in önünü de bilmeden Korutürk açmıştı. 1977'de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na I. Ordu Komutanı Adnan Ersöz'ün gelmesi gerekirken, Demirel 3. Ordu Kumandanı Ali Fethi Esener'i bu göreve getirmek istemiş, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar da bunu onaylamıştı. Ama o güne dek ‘olumlu pasif’ diye ünlenen Korutürk “ordudaki hiyerarşi çok hassastır” diyerek kararnameye imzalamamıştı. Bu süre içinde Ersöz ve Esener ile hiyerarşideki üçüncü kişi Şükrü Olcay yaş haddinden emekli olunca, hiç hesapta olmadığı halde Kenan Evren KKK olmuştu. Altı ay sonra iktidara gelen Ecevit Hükümeti de Semih Sancar'ın görev süresini uzatmayınca Evren Genelkurmay Başkanı olmuştu. Cumhurbaşkanlığı daha kolay oldu. Askerlerin hazırladığı 1982 Anayasası oylanırken, Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı da otomatikman oylanmış oldu. Böylece Evren oylamaya katılan halkın yüzde 92’sinin oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. (Bu yüzden yarın yapılacak seçimlerde halk ilk kez cumhurbaşkanını seçmiş olmayacak.)
Vecize fabrikatörü
Evren’in cumhurbaşkanlığı dönemi öncelikle sol ve ülkücü hareket başta olmak üzere her türlü toplumsal muhalefetin kanlı biçimde bastırılmasıyla karakterize oldu. 1982 Anayasası ile her türlü özgürlük kısıtlandı. Türkiye'nin demokratikleşmesine ciddi bir ket vuruldu. Vesayet rejimi kurumsallaştı. Evren, dar kafalı bir askerden fazlası olmadığı halde halkı aydınlatma işinde kaba bir Atatürk taklitçiliğine girişti. “Namaz kılacak safları öyle ayarlamak lazım ki, namaz kılanın ayağı arkasındakinin burnuna değmesin” dedi, “klozetlerin arkasına destek koyun” diye uyarıda bulundu, “dinimizde israf haramdır, kadınlar çizme yerine ayakkabı giysin” diye buyurdu.
Atatürk’ü öveceğim derken “hangi taşı kaldırsan altından Atatürk çıkıyor” demesi yüzümüzde gülümseme yaratırken, 1986’da Trabzon’da yaptığı konuşmada ülkede işkence olmadığını işkenceden mahkûm olan polis sayısı (49) ile yargılanan polis sayısını (67) toplayıp çıkan rakamı mevcut polis sayısına (67 bin) bölerek ispatlaması bu gülümsemeyi acılaştırdı. Ama en meşhur sözü, “Asmayalım da besleyelim mi?” oldu. 17 yaşında olduğu halde adli tıp raporu ile yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’le ilgili bir soruya cevap verirken söylediği bu yüz kızartıcı söz, bu toplumun asırlardır siyasi sorunları çözmek için bulduğu en etkili yolun, hani “kuracaksın meydana darağacını, sallandıracak üç beş tane!” şeklindeki zihniyet kodlamasının yeniden formüle edilişinden başka bir şey değildi. Evren idam deyince susmayı bilmedi: “Bize ‘sizde niye idam var?’ diye soruyorlar. Biz onlara soruyor muyuz ‘sizde niye idam yok diye?” dedi, “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk” dedi...
Atatürk’ün totemleştirilmesi
Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılmasında şampiyonluğu Kenan Evren ve ekibi kazandı. Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yerine Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun (AKDTYK) kuruluşu; Nutuk’un sadeleştirilmiş baskılarının yapılması ve yayılması; okullarda Atatürk köşelerinin mecbur tutulması; Ankara’da bir Atatürk heykel fabrikası kurulması; Atatürk’e ait olduğu tartışmalı vecizelerin kamusal alanlarda boy göstermesi; kahvehanelere Atatürk resimlerinin asılmasının mecburi kılınması; Kenan Evren’in Atatürk pozlarında konuşmalar yapması (hatta Atatürk gibi tren penceresinden bakan fotoğraflar çektirmesi) gibi adımlarla Atatürkçülüğün adeta sivil bir din haline getirilmesi 12 Eylül darbesinden sonra oldu. Bir yandan da, ABD’nin ‘ılımlı İslam’ projesiyle uyumlu olarak Türk-İslam Sentezi denilen ideolojinin devletin her kademesine yerleşmesi bu dönemde oldu.
ALATURKA NEOLİBERAL: TURGUT ÖZAL
Kenan Evren “Çankaya’yı artık bırakıyorum. Heveslileri gelsin, biz hevesimizi aldık” dedikten kısa süre sonra ülke ‘sivillere’ (!) teslim edildi.
Ama ne sivillerdi bunlar! Darbecilerin kurdurdukları Milliyetçi Demokrasi Parti'nin (MDP) Genel Başkanı Turgut Sunalp gözaltına alınanlara işkence yapıldığı ve copla tecavüz edildiği haberlerine sinirlendi ve tarihe geçen şu vecizeyi yumurtlamıştı: “Niye cop kullansınlar, taş gibi delikanlılarımız var!” Neyse ki, bu sözün hayırlı bir sonucu oldu ve 6 Kasım 1983 seçimlerinde MDP seçimlerde bir varlık gösterememiş buna karşılık ANAP yüzde 45,14 oyla tek başına iktidara gelmişti. Diğer rakip Halkçı Parti’nin (HP) lideri Necdet Calp ile Turgut Özal arasındaki televizyon tartışmasında, Özal’ın Boğaz Köprüsü’nü halka satmak isteyen Özal’a kızan Calp’ın elini masaya vurup “Sattırmamm!” diye bağırması ise HP’nin seçimleri ikinci tamamlamasına neden olmuştu. Bu tartışmada galip gelen argüman, yeni dönemin değerlerinin de işaretiydi aslında…
6 Eylül 1987 günü yapılan referandum sonucunda eski siyasilere 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile getirilen yasak kaldırılmış, 29 Kasım 1987’de yapılan erken genel seçimlerde seçim sisteminde yapılan oynamalarla, ANAP yüzde 36,31 oyla aldığı halde milletvekilliklerinin yüzde 65’ini kazanmıştı. Bir süre sonra yapılan yerel seçimlerde ANAP’ın oyu yüzde 21,75’e düştü. İşte Kenan Evren’in görev süresi ANAP’ın böyle kan kaybettiği ama Meclis’te hegemonyasını sürdürdüğü bu dönemde sona erdi.
Her zaman olduğu gibi yeni bir kriz kapıdaydı. ANAP Genel Başkanı Turgut Özal adaylığını açıkladı ama Demirel, ANAP’ın yerel seçimlerde oylarındaki düşüşü de öne sürerek Özal’ın Çankaya'ya çıkmasını gayri meşru bulduğunu ilan etti. DSP Genel Başkanı Ecevit ise, “Özal’ın aslında ordunun gizli adayı” olduğunu ileri sürerek karşı çıkıyordu bu adaylığa. Ancak Özal, 31 Ekim 1989 günü yapılan 3. tur oylamada, hepsi de kendi partisinin üyesi olan 263 milletvekilinin oyuyla Cumhurbaşkanı seçildi. (Muhalefet seçimlere katılmamıştı.) Bu tarihten sonra Süleyman Demirel Özal’a ‘Cumhurbaşkanı’ demedi, hep ‘861 rakımlı tepenin sakini’ diye andı.
Bir koyup üç almak
Özal’ın cumhurbaşkanlığına çıkması, siyasetten kaçış değildi, aksine başbakanlığı sırasında yapamadıklarını Çankaya’dan yapmayı hayal ediyordu. (Bu açıdan Erdoğan’a benziyordu.) Özal, seçilmezden önce makamın yetkilerinin çokluğundan, Kenan Evren’in müdahalelerinin bunaltıcılığından ve yetkilerinin azaltılması gerektiğinden söz ederken, seçildikten sonra fikrini tamamen değiştirmişti.
Dindarın da liberalin de, zenginin de yoksulun da, Doğu hayranının da Batı hayranının da, Türkün de Kürdünde baktığında kendisine yakın gelecek bazı özellikleri vardı Özal’ın. Örneğin Dünyada Soğuk Savaş'ın bitimi ve ABD’de Reagan'la birlikte egemen olan neoliberalizm anlayışının sadık bir uygulayıcısıydı. Cumhurbaşkanlığı dönemi, ‘ithal ikameci’ ekonomiden ‘ihracata dayalı’ ekonomiye geçiş dönemi oldu. İMF, Dünya Bankası destekli tekstil, beyaz eşya ve diğer tüketim mallarına dayalı bir gelişmeye ağırlık verdi. Türkiye'yi dışa açtı. Türki cumhuriyetlerle ilişki kurdu. Baba Bush'un Körfez Savaşı'na destek verdi. Kürt meselesini halletmek için akıl yürüttü. (Örneğin Türkiye’nin adını ‘Anadolu Cumhuriyeti’ olarak değiştirmeyi bile önerdi.) 141 142 veya 163 gibi özgürlükleri kısıtlayan yasaları kaldırdı.
Turgut Özal, İbrahim Tatlıses’le...
Bir yandan da, tüm değerlerin hızla yıprandığı hatta çürüdüğüne tanık olduk. Özal’ın yerel seçimlerin beş yılda bir yapılmasına ilişkin Anayasa hükmünü soran gazetecilere “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz” demesini, “Bu kadar az maaşla nasıl geçinilecek?” sorusuna “Benim memurum işini bilir...” cevabı vermesini, “Sen onu küçük Turgut’a anlat” türünden müstehcen laflarını, Semra Hanım’ın Papatyalar’ını, Has Bahçe gecelerini, Zeynep Hanım’a hediye edilen Jaguar’ı ve en acısı banker facilarını unutmak mümkün mü?
Bütün bunlar Türkiye'nin müesses nizamını oluşturan kesimler için yabancı ve rahatsız ediciydi. 1991 Körfez Savaşı sırasında “savaşa Amerikalıların yanında girersek bir koyar üç alırız” demişti, Musul’u, Kerkük’ü almayı hayal ediyordu ama Özal’ın ihtiraslarının birilerini ürküttüğü anlaşıldı. Önce Özal cumhurbaşkanı olurken ANAP’ın teslim edildiği ‘yedd-i emin’ Yıldırım Akbulut ayak sürümeye başladı. Sonra Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Milli Savunma Bakanı Sefa Giray istifa ettiler. (Yıllar sonra Yusuf Özal, ağabeyinin kendisine “Torumtay korktu” dediğini açıklayacaktı. Bozer ise Özal’ın aksine, ‘Misak-ı Milli’ye bağlı kalmaktan yana olduğunu belirtecekti.)
ÇOK BİLEN, ÇOK YANILAN: SÜLEYMAN DEMİREL
Özal'ın 17 Nisan 1993'te bazı çevrelerce hala şüpheli görülen ani ölümüyle ülke yeniden bir cumhurbaşkanlığı krizine girdi. 20 Ekim 1991 günlü seçimlerinde DYP yüzde 27,03 oyla birinci parti olmuş, DYP’nin yanı sıra, ANAP, SHP, RP ve DSP de meclise girmişti. Bu bölünmüşlük ve siyasal uzlaşma kültürünün olmayışı ülkeyi kırılgan koalisyonlarla karşı karşıya bırakmıştı. Özal’ın yerine yeni cumhurbaşkanı seçmek her zamankinden zordu.
DYP’nin adayı Süleyman Demirel’di ama partisinin oyları seçilmeye Demirel’i seçmeye yetmiyordu. SHP’nin adayı Erdal İnönü idi, SHP’nin oyu da yeterli değildi. Ancak genel beklenti, 3. turun sonunda partilerin, daha çok destekçisi olan Demirel üzerinde anlaşacağı yolundaydı. Çünkü 1982 Anayasası’na göre, 3. turda da cumhurbaşkanı seçilemezse Meclis’in feshi ve seçimlere gidilmesi gerekiyordu. Öngörü doğru çıktı ve Demirel, 16 Mayıs 1993 günü sadece DYP ve koalisyon ortağı SHP'nin oylarıyla hem de Özal’ın aldığı oyun daha azıyla cumhurbaşkanı seçildi. Özal 263 oyla, Demirel 244 oyla seçilmişti. Oy oranı yüzünden Özal’ı gayrimeşru bulan Demirel şu açıklamayı yaptı: "263 oyla seçilen 1. sınıf, 244 oyla seçilen 2. sınıf cumhurbaşkanı olur diye düşünmek, bu yanlış. Anayasadaki hükümlere göre seçilen herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanıdır."
Başbakanlığı döneminde kendisinden öncekiler gibi, sürekli Cumhurbaşkanı makamının yetkilerinin genişliğinden söz eden Demirel, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra makamını, sistemin temel aktörü haline getirip, meclisi ve hükümeti kendi gölgesi altında çalıştırdı. Demirel’in görev süresi boyunca 10 hükümet kuruldu, 28 Şubat 1997 ‘post modern darbesi’ yaşandı. Bu olayları ustaca yönettiği düşünüldüğü için olsa gerek, 2000 yılının Ocak ayında DSP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit, 16 Mayıs 2000’de görev süresi bitecek olan Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılmasını düşündüğünü açıkladı basına. 5 Nisan’da DSP, MHP ve ANAP milletvekillerinin imzalarıyla değişiklik paketi TBMM Başkanlığı'na sunuldu. Ancak değişiklik teklifi, gerekli 367 oyun çok altında (303 oy) alınca Demirel Güniz Sokağa döndü. Bunlar olurken, borsanın 1053 puan yükselmesi, hisselerin ortalama 6,6 değer kazanması pek manidardı.
NAMUSLU BÜROKRAT: AHMET NECDET SEZER
O dönemde siyasi denklem kabaca şöyleydi: DSP, MHP ve ANAP iktidarda, FP ve DYP muhalefetteydi. Bu bölünmüşlük yeni bir krizin habercisiydi aslında, ama bu sefer siyasiler uzlaşmayı başardılar. 131 bir imzayla önerilen ortak aday, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmed Necdet Sezer’di. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na mutaassıp üyelerin oylarıyla seçilen (hatta bu yüzden adı ‘Fethullahçı’ya çıkan), karar verirken özgürlüklerden yana tutumuyla sivrilen Sezer, Celal Bayar’dan sonraki ikinci ‘sivil’ adaydı. Dahası, her anlamda Meclis dışı biriydi. (Daha önceden, CB adayları önce Meclis üyesi yapılıyordu, sonra seçiliyordu hatırlarsanız.) 5 Mayıs 2000 günü yapılan 3. tur katılan 533 milletvekilinin 330’unun oyunu alan Ahmet Necdet Sezer 10. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Ayrıca değişik partilerden 9 aday vardı. Bunlardan en ünlüleri Doğan Güreş ve Yıldırım Akbulut idi. Son tura kalan adaylardan çok ikinci oyu ise Nevzat Yalçıntaş (113 oy) almıştı.
Cumhurbaşkanlığı törenine fraksız katılarak farklı olacağını hissettiren Sezer, ‘devletin kör kuruşuna sahip çıkan’ namuslu biri olduğunu kısa sürede gösterdi. Elbiselerini 40 yıllık terzisi Erol Akosman, Sümerbank ve Altınyıldız kumaşlarından dikti. Saçlarını 10 yıllık berberine kestirdi. Oğlunun düğününü Çankaya’da yaptı ama tüm masrafları cebinden ödedi. Akrabalarını kimse bilmedi. Çankaya’nın kadrolarını ve masraflarını neredeyse yarıya indirdi. Maaşına zam istemedi. Kırmızı ışıklarda durdu, eşiyle alışverişe çıktı. Namaz kılmadı ama düzenli oruç tuttu. Ve anketlerde “ordudan bile güvenilir” çıktı…
Hakimlik mesleğinin verdiği alışkanlıkla önceleri ‘hakem’ gibi davranan Sezer, 2001 yılında, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Bülent Ecevit’e “Çamurun üstünde oturuyorsunuz. Siz temizleyemiyorsanız, biz temizleyelim” dedi, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin kendisine “Bu yetkiyi nerden alıyorsunuz?” diye sorunca olanlar oldu. Sezer’in Anayasa kitapçığını Başbakan Ecevit’e fırlatması, Özkan’ın kitabı aynı usulle geri göndermesi, Ecevit’in sesi titreyerek bu olayı kamuoyuyla paylaşması ve ardından yaşanan büyük ekonomik kriz, Sezer’in hakem rolünden ayrılmasıyla ilişkilendirildi. Batı basını tam “Sezer’le Türkiye siyaseti sivilleşebilecek mi?” diye fal açıyordu ki, 3 Kasım 2002 günü, AKP’nin iktidara gelmesiyle, o güne dek kendisini ’28 Şubat’ çizgisinde olmadığı için sert şekilde eleştiren ‘laikçi’ (‘laik’ ve ‘laikçi’ ayrımına dikkat etmenizi rica edeceğim) kesimlerle doğal ittifaka girdi ve kadim vesayet sisteminin en etkin parçası oldu. Bugün, AKP’nin ve müttefiklerinin izlediği siyaseti görenlerin “Sezer az bile yapmış” dediğini söylemeye hacet yok herhalde.
AKP’NİN NOTERİ: ABDULLAH GÜL
Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasının yaklaşmasıyla birlikte 15 Nisan’da resmen cumhurbaşkanlığı seçim süreci, “başı örtülü olmayan” aday arayışları ile devam etti (bu bağlamda ‘çatı aday’ Ekmeleddin İhsanoğlu da AKP’nin aday adaylarından biriydi) 24 Nisan'da Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında cumhurbaşkanı adaylarının Dışişleri Bakanı Abdullah Gül olduğunu açıklamasıyla önemli bir dönemece girmişti. 27 Nisan’da yapılan ilk turda CHP, ANAP ve DYP genel başkanları seçimlere katılmayınca Meclis 361 kişiyle toplandı. Abdullah Gül, 357 oy çıkarken, 3 oy geçersiz sayıldı, 1 oy da boş çıktı. O gece, TSK’nın internet sitesinde daha sonradan ‘e-muhtıra’ diye anılacak olan TSK’nın basın açıklaması yayımlandı. (İleriki dönemde, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, bizzat kendisinin yazdığını açıklayacaktı.)
367 krizi
Bunun üzerine Anayasa’nın 102/1. maddesinin toplantı yeter sayısını 367 olarak öngördüğü yönünde açıklamalar yapmış olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun görüşleri tekrar gündeme geldi. Bu görüşe göre Cumhurbaşkanı seçimin ilk turunda seçilme yeter sayısının altında bir sayıyla oturumun açılması anayasaya aykırıydı. Muhalefet, bu görüşü Cumhurbaşkanı seçimlerin yapılması öncesinde Meclise, akabinde de Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşıdı. Mahkeme, ‘e-muhtıra’dan dört gün sonra kararını açıkladı. (Gerekçeli kararı 28 Haziran’da açıklayacaktı.) Başvuruyu haklı görmüş, birinci tur oylamayı iptal etmişti. Bu kararın anlamı, Meclis’te salt çoğunluğu elinde bulunduran bir siyasi partinin muhalefetin onayı olmadığı sürece kendi adayını Cumhurbaşkanı seçtiremeyeceğiydi. Karardan sonra CHP’nin direnişi yüzünden Meclis 367 kişiyle toplanamayınca, Abdullah Gül adaylığını geri çekti, anayasa gereği iptal oldu ve seçimlere gidildi.
AKP bu arada bir daha 367 krizi yaşamamak ve de seçim yasaklarına gireceği için değinemeyeceğim bir dizi nedenle, Anayasa’nın genel seçimlerin beş yılda bir yapılmasını öneren maddesini ‘dört yılda bir’ diye değiştirdi. Cumhurbaşkanı’nın halkoyuyla seçileceği maddesini ekledi. Cumhurbaşkanının görev süresini beş yıl olarak değiştirdi, bir kişinin üst üste iki kez seçilebileceğini ekledi. Ayrıca toplantı ve karar yeter sayılarını düzenledi. (Bazı konuların yeterince açıklıkla düzenlemediği bugün acı biçimde anlaşıldı.) Anayasa değişikliği mecliste kabul edildi ama Ahmet Necdet Sezer kanunu önce veto etti, aynen kabul edildiğinde Resmi Gazete’ye yayımlanmaya göndermedi, halkoyuna sunulmak üzere TBMM’ye iade etti. Ardından hükümetin referandumu 22 Temmuz 2007 günü erken genel seçimlerle birlikte yapmayı mümkün kılacak kanununu veto etti. Böylece halkoylamasının 21 Ekim 2007’de yapılmasına karar verilmek zorunda kalındı.
22 Temmuz 2007 günkü erken genel seçimlerin galibi AKP oldu ama milletvekili sayısı 341’de kalmıştı. Sonuçlar, AKP’ye hükümeti kurma garantisi sağlıyordu AYM’nin ‘367 içtihadı’ yüzünden, tek başına Cumhurbaşkanı seçme olanağı yoktu. AKP’nin imdadına MHP yetişti. 2 Ağustos 2007 günü yapılan 3. turda Abdullah Gül 339 oyla Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Seçime katılan diğer adaylar, Sabahattin Çakmakoğlu 70, Tayfun İçli ise 13 oy almışlardı.
21 Ekim 2007 günü yapılan halkoylamasına (bütün rakamları yuvarladım) 42 milyon 665 bin seçmenden 28 milyon 795 bini katıldı. Geçerli oyların 19 milyon 400 bini ‘evet’ (yüzde 69), 8 milyon 739 bini ‘hayır’ (yüzde 31) oldu.
Abdullah Gül’ü anlatmaya herhalde gerek yok. Benim zihnime, aşırı kibar tavırlı, sürekli gülümseyen, cümleleri yuvarlayarak konuşan, hiç bir zaman bir konuda ne düşündüğünü tam olarak anlatmayan veya anlatamayan biri olarak nakşedildi. Gül’ün siyaset üstü gibi duran ama esas itibariyle AKP iktidarının yolunda en ufak bir engel çıkmaması için canla başla çalışan bir cumhurbaşkanı olarak görevini başarıyla tamamladığını düşünüyorum.
Özet Kaynakça: Seyfi Öngider, Çankaya’nın Bütün Adamları, Aykırı Yayıncılık, 2013, Rıdvan Akın, Gaziden Günümüze Cumhurbaşkanlığı 1923–2007, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, Hikmet Özdemir, Atatürk’ten Günümüze Cumhurbaşkanı Seçimleri. Remzi Kitabevi, tarihsiz.
Yorum Yap