Çankaya'nın bütün adamları (1)

  • 9.08.2014 00:00

 TBMM'nin açıldığı 23 Nisan 1920'den saltanatın kaldırıldığı 2 Kasım 1922 tarihine kadarki dönemde devlet başkanı hukuken Padişah Vahdettin fiilen Mustafa Kemal'di. Çünkü aynı anda iki anayasanın birden yürürlükte olduğu garip bir durum ortaya çıkmıştı.

12. Cumhurbaşkanı’nın, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den sonra ikinci defa halk tarafından seçimine bir gün kaldı. Seçim kampanyası hakkındaki düşüncelerimi Ömer Laçiner en yetkin biçimde söylemiş. (Merak edenler şu yazıya bakabilir: tıklayınız) Ben seçimlerin bugününe dair değil, kendi alanıma giren tarihine dair birkaç söz etmek istiyorum. Elbette, 11 seçimin her ayrıntısına değinmek mümkün değil. Hatta en kısa haliyle bile iki yazıya bölmek zorunda kaldığım uzun bir değerlendirme çıktı ortaya. Bugün Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel ve Cevdet Sunay’ın; yarın ise Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün seçilme hikayelerini anlatmaya çalışacağım. Yazının başlığını, yararlandığım kaynaklardan biri olan Seyfi Öngider’in Çankaya’nın Bütün Adamları (Aykırı Yayıncılık, 2013) kitabından aldım.

1920-1923: ÇİFT BAŞLI DÖNEM

TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’den saltanatın kaldırıldığı 2 Kasım 1922 tarihine kadarki dönemde devlet başkanı hukuken Padişah Vahdettin, fiilen Mustafa Kemal’di. Çünkü 1876 tarihli Kanun-ı Esasi (Anayasa) 1924 yılına kadar geçerli kalmıştı. 20 Ocak 1921’de çıkarılan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1876 tarihli Kanuni Esasî’yi ortadan kaldırdığına dair hiçbir ifade olmadığı için aynı anda iki anayasanın birden yürürlükte olduğu garip bir durum ortaya çıkmıştı. Bu anayasanın 3. maddesi “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır” denilerek Osmanlı Devleti’nden farklı bir devlet kurulduğunu ediyordu. Maddenin tamamı, ‘kuvvetler birliği’ ilkesinin en katı uygulamalarından biri olan Meclis Hükümeti sistemini ilan ediyordu.

9. madde ise adeta Mustafa Kemal’i ‘tek adam’ yapmak için eklenmişti. Çünkü [T]BMM Başkanı (ki aynı zamanda Vekiller Heyeti'nin de doğal başkanıydı) Meclis adına imza koymaya ve Vekiller Heyeti'nin kararını onaylamaya yetkili kılınmıştı. 5 Ağustos 1921 tarihli Başkomutanlık Kanunu ile ordunun başı olan Mustafa Kemal’in Meclis’in tüm yetkilerini üstünde toplaması da eklenince, daha sonra Kars mebusu ve Matbuat Müdürü Ahmet (Ağaoğlu) Bey’in dediği gibi, 1921 Anayasası Meclis’e, dolayısıyla da Mustafa Kemal’e “diktatörlük hukuku vermişti.”

KARİZMATİK KURUCU BABA: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

2 Kasım 1922’den sonra ise Mustafa Kemal’in fiili hakimiyeti sürdü ama hukuki anlamda devlet başsız kaldı. Bu durum, 29 Ekim 1923 günü, 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sinin ‘tavzihan tadil’ edilmesiyle dolduruldu. (Cumhuriyet’in ilan edilme sürecine dair ayrıntıları şu yazımdan okuyabilirsiniz: tıklayınız) Yeni düzenlemeye göre, bundan böyle cumhurbaşkanları, TBMM’nin üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilecekti. Bir kişinin birden fazla defa seçilmesi mümkündü. Cumhurbaşkanı parti liderliğinden ayrılmak zorunda değildi. Hükümetin her türlü kararına müdahale edebilirdi. Bu geniş yetkilerine rağmen siyasi eylemlerinden dolayı sorumsuzdu! Seçimlerin iki yılda bir yapılacağı ve bu sürenin en fazla bir yıl uzatılabileceği hükme bağlanmıştı. 

OLDUBİTTİYLE CUMHURİYET'İN İLANI 

Kanunda yapılan değişikliklerin onaylanmasından 15 dakika sonra, TBMM, yeni devletin ilk cumhurbaşkanını seçti. Üye sayısı 287 olan TBMM’de, seçimlere katılan 158 kişinin 158’inin de oyuyla seçilen bu kişi fiilen bu görevi yürüten Mustafa Kemal’di elbette. (Sayılardan Mustafa Kemal’in de kendine oy verdiği anlaşılıyordu.) Seçime katılmayanlar arasında 4 Ağustos’ta Ankara’dan ayrılıp önce Sivas’a sonra İzmir’e geçen Rauf (Orbay), İstanbul’da olan Refet (Bele) ve Dr. Adnan (Adıvar), o sırada görevli olarak Sarıkamış’ta olan Kazım Karabekir Paşa ile çeşitli nedenlerle Mustafa Kemal’e muhalefet eden milletvekilleri vardı. (Bu muhalif gruplara ve ardından CHP’nin kuruluş sürecine dair yazım da şu: tıklayınız) Ankara halkı, olayı gece atılan silah ve havai fişeklerle öğrenmişti, ama İstanbul’da kutlamalar, 30 Ekim günü sabaha karşı 3’te Selimiye’den atılan 101 pare top atışı yapıldığı için halk büyük korku yaşayacaktı.

 

Mustafa Kemal Büyük Nutku’nu okuyor (1927)

Mustafa Kemal, Milli Mücadele sürecinin doğal lideri, yeni devletin kurucu karizmatik önderiydi, dolayısıyla ilk cumhurbaşkanı olması son derece doğaldı. Batılı tarzda modern, laik Türk ulus-devletini ve bu devlete uygun vatandaş tipini inşa sürecinde, hiçbir güç tarafından engellenmek, hatta yavaşlatılmak bile istemeyen ‘Kurucu Baba’, siyasal kurumlar aracılığıyla, demokratik usullere göre karar almayı, dolayısıyla parti içi muhalefeti ve elbette çok partili sistemi ayak bağı olarak görüyordu. Bunda, dönemin siyasal kadrolarının birçoğunun eski rejimle maddi, manevi bağlarını koparamamış olmalarının, Mustafa Kemal’in kafasındaki devlet tasarımını şu veya bu nedenle benimsememiş olmalarının da payı vardı elbette. 

ANAYASANIN FİİLEN ASKIYA ALINMASI


1924 yılında Ebedi Şef’in başkanlık ettiği CHF (Partinin adı 1935’te CHP olacaktı) grubu yeni bir anayasa hazırladı. Ancak bizzat Mustafa Kemal’in atadığı adaylar arasından, iki dereceli seçimlerle seçilmiş, dolayısıyla muhalefeti olmayan Meclis’teki Anayasa görüşmeleri Mustafa Kemal ile onun ‘diktatörlük eğilimleri’ taşıdığını düşünen CHP’li milletvekilleri arasında hesaplaşmaya dönüştü. Sonunda, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin Mustafa Kemal’in istediği ölçüde olmadığı bir anayasa ortaya çıktı ama zaten anayasa hiç uygulanmadı. Mustafa Kemal 1927, 1931 ve 1935 yıllarına yapılan seçimlerde de tek aday olarak Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Tek fark, 1923’te TBMM mevcudunun yüzde 55,05’inin oyunu aldığı halde, 1927 ve 1931’de bu oran yüzde 91,14’e, 1935’de ise yüzde 96.74’e çıkmasıydı. Bu da gayet doğaldı çünkü söz konusu seçimleri yapan meclislerin her üyesini tek tek elleriyle seçmiş, bu adaylar yine bizzat kendisi tarafından seçilen ikinci seçmenlerin onayına sunulmuştu. 

Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, Matbuat Kanunu gibi araçlarla muhaliflerin birer birer etkisiz hale getirildiği, Ebedi Şef’e tereddütsüz biat eden dar bir kadro ile ulus-devlet ve ulus inşasının tüm hızıyla sürdürdüğü 15 yıl, Atatürk’ün ölümüyle sona erdi. (Atatürk’ün 15 yıl süren defin sürecini şu yazımda anlatmıştım: tıklayınız)

YEDD-İ EMİN: İSMET İNÖNÜ


10 Kasım 1938 günü (resmi tarihe göre) 09.05’te Atatürk’ün son nefesini verdiği duyulduktan sonra Ankara’da telaşlı saatler yaşanmış, ancak çok kısa sürede siviller ve askerler arasında 1937 sonbaharında Atatürk tarafından kızağa çekilmiş olan İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı konusunda anlaşma sağlanmıştı. (İnönü’nün kızağa çekilme hikâyesini şu yazımdan okuyabilirsiniz: tıklayınız)

İNÖNÜ'YÜ ÖNE ÇIKARAN NEYDİ? 
Günümüzde bile, o günlerde gözden düşmüş bir figür olmasına rağmen nasıl olup da İnönü’nün cumhurbaşkanı adayı olarak seçildiğini merak eder çoğu kişi. Bu merak gayet mantıklıdır. Çünkü sadece o dönemde değil, daha önceki dönemlerde de İnönü pek sevilen biri değildi. Örneğin, Atatürk'ün yakın çevresi tarafından sevilmezdi. Sofra müdavimleri (Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak, Salih Bozok gibi) sürekli Atatürk'ün İnönü'yü sevmediği dedikodularını yayarlardı.Hatta Tevfik Rüştü, İnönü'yü ABD'ye büyükelçi tayin edip kurtulmayı bile düşünmüştü. (İnönü'yü tutan sofra müdavimleri de vardı. İstiklal Mahkemelerinin ünlü yargıcı Ali Çetinkaya mesela. Bu çevrenin ‘Çankaya Sofra Akademisi’ dediği bu oluşumu ilerde anlatmayı planlıyorum.)

İnönü'ye göre asker arkadaşları da kendisini güçlükle hazmetmişti. Bence, İnönü’ye karşı olanların büyük bir bölümü, muhtemelen Kurucu Baba’ya muhalefet etmeye cesaret edemedikleri için, rahatsızlıklarını 2. Adam üzerinden anlatan veya ona yöneltenlerdi. Neden ne olursa olsun, 1937 sonbaharında İnönü evinde mahsup hayatı yaşamaya başladığında kimseden itiraz gelmemişti. Atatürk bir kaç yıl daha geç ölseydi muhtemelen İnönü sahneden tamamen silinmiş olurdu.

İnönü ve Atatürk bir yurt gezisinde (1930’lar)

İddialara göre, Atatürk’ün hastalığının ciddi olduğunun anlaşılmasından itibaren cumhurbaşkanlığı konusunda tartışma ve görüşmeler başlamıştı. Yukarıda belirttiğim gibi İnönü’yü sevmeyenler onu ekarte etmek için ellerinden geleni yapmışlardı ama İnönü’nün yerine konulacak aday da neredeyse yoktu. Kazım Karabekir ve Rauf Orbay 1926’dan itibaren siyasetten silinmişlerdi. Londra Büyükelçisi Ali Fethi Okyar ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak milletvekili değildi. (1924 Anayasası’na göre Cumhurbaşkanı Meclis üyeleri arasından seçilmek zorundaydı.) Celal Bayar ise İttihatçı kökenli biri olarak ordu ile mesafeli bir ilişki kurmuştu. Kendisini ‘liberal’ eğilimli iş çevreleri destekliyordu ve bu yüzden ‘devletçi’ eğilimli CHP’li kadrolarca sevilmiyordu. Atatürk’ün ölümünden sonra onun yerine vek?let eden TBMM Başkanı Abdülhalik Renda veya Dahiliye Vekili Şükrü Kaya gibi karizmatik olmayan adaylar kalıyordu geriye. Son kararın Genelkurmay’da yapılan bir toplantıda alındığı söylenir.

İddiaya göre toplantıda 1. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay’ın baskısı ile İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasına karar verilmişti. Bu kararın alınmasında, 12 Adalarla ilgili bir tartışma nedeniyle Şükrü Kaya’ya kızgın olan Fevzi Çakmak’ın, ‘O olacağına İsmet olsun’ diye düşünmesi etkiliydi. Kararın hayata geçirilmesine, Celal Bayar’ın başkanlığında toplanan CHP grubunda ‘Cumhurbaşkanı adayı’ olarak 322 oyla İsmet İnönü’nün seçilmesiyle başlanmış (sadece Yusuf Hikmet Bayur ‘çekimser’ kalmıştı), 11 Kasım 1938 gün TBMM’deki oturum, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve Fahrettin Altay gibi yüksek rütbeli subaylarca izlenmişti. (Meclis’in askerlerce sarıldığını iddia edenler de vardır.)

HEM DİKTTÖR HEM DEMOKRAT

Ordunun sıkı markajı altında yapılan seçime, 399 üyeli TBMM’nin 348 üyesi katılmış, 348 üyenin tamamı İsmet İnönü’ye oy vermişti. Böylece Avrupa’da ve dünyada savaş tamtamları bütün şiddetiyle çalarken, genç Cumhuriyet, ‘karizmatik kurucu liderin yedd-i emini’ne teslim edilmişti. Bu devir-teslimin rejimin temel unsurları tarafından içselleştirilmesi konusunda endişesi olan İnönü’nün, seçildikten kısa süre sonra Meclis’i feshettiğini, kendi elleriyle oluşturduğu yeni meclisler sayesinde, 1939’da yüzde 96,27, 1943’te yüzde 95,60, nihayet 1946’da yüzde 83,44 oyla yeniden cumhurbaşkanı seçildiğini belirtelim.

1946’da oy oranının düşmesinin nedeni, İnönü’nün karşısında ilk kez rakip adayların çıkmasıydı. İnönü, 388 oy alırken, 1944’te Genelkurmay Başkanlığı’ndan adeta zorla emekli edilmiş olan Fevzi Çakmak 50 oy, eski dışişleri bakanlarından Yusuf Kemal Tengirşenk 2 oy almıştı.

Atatürk’ün küstürdüğü Milli Mücadele kadrolarının itibarını iade eden, buna karşılık Atatürk’ün yozlaşmış sofra arkadaşlarını tasfiye eden; Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’na sokmayan buna karşılık halkın büyük sıkıntılar çekmesini önleyemeyen; bir yandan damadı Metin Toker’e göre, ‘ordunun gözünün içine baktığı gerçek bir diktatör’ olan ama bir yandan 1945'te Çok Partili sisteme geçişi sağladığı gibi 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler öncesinde partisi içerisindeki sertlik yanlısı kanadı frenleyerek DP’nin iktidar mücadelesini meşrulaştıran İnönü, karizmatik kurucu liderin erken ölümü ve savaşa rağmen genç Türkiye’nin bir beka sorunu yaşamasını önledi.

HER DAİM İTTİHATÇI: CELAL BAYAR

DP’nin yüzde 53,3 oyla 408 sandalye kazandığı 14 Mayıs seçimlerinin arkasından elbette en önemli konu yeni cumhurbaşkanını seçimi idi. DP 22 Mayıs'ta iktidarı devralırken partinin kurucularından Celal Bayar cumhurbaşkanlığına çok hevesli görünmüyordu. Onun yerine, Milli Mücadele paşalarından Ali Fuat Cebesoy’un ve Yargıtay Başkanı Halil Özyörük’ün ismi dolaşıyordu. Ancak DP grup toplantısında 379 oyun 345'i Celal Bayar'a gitti. 
Cumhuriyet tarihinin ‘ilk sivil cumhurbaşkanı’ diye anılan Celal Bayar’ın sivilliği epey tartışmalı bence. Çünkü Bayar Atatürk ve İnönü gibi İttihat ve Terakki kökenli idi. Yürürlükteki 1924 Anayasası’nın partili cumhurbaşkanına izin vermesi nasıl ki Atatürk ve İnönü’ye devleti CHP merkezinden yönetmesine meşruiyet sağladıysa, Bayar’a da DP merkezinden yönetme meşruiyeti verdi. Daha önce değiştirilmesini istediği anayasayı da sıkı sıkıya savundu elbette. 

PERDE ARKASINDAN GERİLİMİ YÜKSELTME

1954, 1957 seçimlerinde de DP ezici üstünlüğünü devam ettirdi ve her seferinde Bayar tek aday olarak cumhurbaşkanı seçildi. Celal Bayar, başlangıçta ‘Çankaya'yı halka açtı.’ Yani halk köşke ziyaretler yaptı, bahçesinde piknikler düzenledi. Ama kısa süre sonra bunun sürdürülebilir olmadığı anlaşıldı ve randevu sistemine geçildi. Halkla ilişkiler popülizm ilkelerine göre gayet başarılı yürütülüyordu ama muhalefetle ilişkiler için aynı şeyi söylemek zordu. 1953’te CHP’nin mal varlığının hazineye devriyle başlayan gerilim hızla tırmandı. (DP dönemini şu yazımda anlatmıştım: tıklayınız)

Celal Bayar ABD gezisinde (Chicago, 1954)


Aslına bakarsanız, İnönü Atatürk'ün arkadaşlarını tasfiye ederken Bayar'a dokunmamıştı. Bayar da ona karşı saygılı bir mesafede durmuştu. Örneğin savaş yıllarında “milli birliği bozmamak için” iktidar aleyhtarı hiçbir harekete katılmamıştı. Dört arkadaşı ile DP'yi kurduğu 1946'ya kadar TBMM’de sadece iki kez konuşmuştu mesela. Belki de bu tarihçe yüzünden, Cumhurbaşkanlığı döneminde açıkça İnönü ile çatışmak yerine, Menderes’i İnönü’ye karşı sertliğe yönlendirme yolunu seçmişti. İnönü de aynı sertlikte cevap verince olanlar olmuştu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan Yassıada yargılamaları sırasında iki kez intihara teşebbüs etmesi bu Bayar’ın katılığını kaybettiği nadir anlardan olmalıydı. 
Cumhuriyet tarihinin darbe ile devrilen ilk ve (şimdilik son) cumhurbaşkanı olan Celal Bayar, 15 Eylül 1961’de önce idama mahkûm edildi, ardından ‘yaşı nedeniyle cezası müebbet hapse çevrildi. Celal Bayar, Yassıada'dan 3 yıla yakın kalacağı Kayseri Bölge Cezaevi’ne nakledilirken, yeni cumhurbaşkanının kim olacağı aşağı yukarı belli olmuştu…

DARBECİ BİR AGA: CEMAL GÜRSEL

27 Mayıs darbecilerinin yürütme organı olan Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) lideri Cemal Gürsel’di. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in darbe liderliğine gelişi tesadüfen olmuştu aslında. Ordu içindeki cuntacılardan haberdar olan ama onlara katılmayan Gürsel, iznini geçirmek üzere İzmir'e giderken dönemin Savunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı eleştiri mektubu sayesinde, cuntacıların lideri olmuştu. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'dan sonraki en yüksek rütbeli komutandı Gürsel. Darbecilerin amacı, 1952’de Mısır'da yapılan askeri darbedeki olduğu gibi, ülkeyi perde arkasından yürütmekti. (Mısır’da, sahnedeki lider General Necip’ti ama darbenin asıl lideri perde arkasındaki Cemal Abdülnasır’dı.) Ama Gürsel kısa sürede ipleri eline aldı ve Devlet Başkanı, Başbakan, Başkomutan ve Milli Birlik Komitesi (MBK) başkanı sıfatlarını alarak kâğıt üzerinde Atatürk’ün dahi sahip olmadığı yetkilerle donatılmış oldu. 
Sıra bugün bazı çevrelerce ‘Türk anayasacılık tarihinin kusursuz ürünü’ olarak kutsanan 1961 Anayasası, 9 Temmuz 1961'deki halkoylamasında yüzde 60,4 oyla kabul edildiğinde, bu düşük kabul oranı darbenin faillerinde ve destekçilerinde büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. (Nitekim 27 Mayıs’ın eksik yanlarını tamamlamak iddiasıyla, Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın başını çektiği asker grupları, 22 Şubat 1962’de ve 21 Mayıs 1963’te iki kere darbeye teşebbüs edecekti.) 
1961 Anayasası’nın en önemli yanlarından biri devlet şeklinin cumhuriyet olduğu ve bunun değiştirmesinin teklif bile edilemeyeceğine dair hükmüydü. Cumhuriyetçilik, yalnız genel oy, seçime dayalı parlamento ve seçilen bir cumhurbaşkanıyla yetinen 1924 Anayasası’ndan farklı olarak, 1961 Anayasası’nda iyice somutlaştırılıp ayrıntılı kurallara ve kurumlara bağlanmıştı. Konumuzla ilgili hükümlere gelince, 1961 Anayasası, Senato, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurumu gibi yeni ihdas edilen ve hepsi de birbirini denetleyen (aslında denetlemeden ziyade kontrol eden) kurumlar yoluyla siyasetin vesayet altına alınmasını garanti altına almıştı. Yeni anayasaya göre, Cumhurbaşkanı 40 yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim görmüş TBMM üyeleri arasından, üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık süre için seçilecekti. Bir kişi, iki defa üst üste Cumhurbaşkanı seçilemeyecekti ve seçilen Cumhurbaşkanının partisi ile ilişiğini kesecek, TBMM üyeliğinden istifa edecekti.

ALİ FUAT BAŞGİL'İN TEHDİT EDİLMESİ

Sıra yeni Cumhurbaşkanını seçecek yeni meclisi oluşturmaya gelmişti. Ancak 15 Ekim 1961 seçimlerinde CHP yüzde 37, DP’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi (AP) yüzde 35, her ikisi de sağ eğilimli Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) yüzde 14 ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) yüzde 14 oy alınca kriz çıktı. Seçim sonrasının ilk bunalımı Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşandı. CHP, Cemal Gürsel’i, AP’nin bir kanadı Samsun Senatörü Anayasa Profesörü Ali Fuat Başgil’i aday göstermek istiyordu. Ayrıca darbecilerden Sıtkı Ulay, Fahri Özdilek ve Haydar Tunçkanat da cumhurbaşkanlığına hevesliydi. Sonunda, Silahlı Kuvvetler Birliği adlı cunta, siyasi parti liderlerini Çankaya'ya çağırdı ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesini emretti. Ali Fuat Başgil ise iddialara göre “hayatınızı garanti edemeyiz” denilerek tehdit edilmişti. Tehdidin boyutu Başgil’in adaylıktan vazgeçmekle kalmayıp milletvekilliğinden istifa ederek Cenevre’ye gitmesinden anlaşıldı. (AP’nin yüzde 52 ile tek başına iktidar olduğu 1965 seçimlerinde İstanbul Milletvekili seçildikten sonra ülkeye dönecekti.)



Cemal Gürsel ve Britanya Kraliçesi II. Elizabeth (6 Mart 1961, Esenboğa Havaalanı)

Cemal Gürsel’e karşı çıkmaya tek cesaret eden Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) lideri Kırşehir Milletvekili Osman Bölükbaşı ise CHP lideri İnönü ve AP lideri Ragıp Gümüşpala tarafından ikna edildi. Sonunda Bölükbaşı “Hayatımın en büyük fedakârlığını yapıyorum” diyerek Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı’nı kabul ettiğini açıkladı. Ve 26 Ekim 1961 günü yapılan oylamada, Cemal Gürsel 607 milletvekilinin 434’ünün oyunu alarak (165 oy da boş çıkmıştı) Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece, 10 yıllık aradan sonra, devletin en yüce makamı, tekrar bir askere emanet edilmişti. 
Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanlığı Mısır'daki gibi başlamıştı ama sonrası benzemedi. Cemal Gürsel 'Cemal Aga' diye anılacak kadar da halka yakın biri oldu. Siyasetçilere mesajlarını Çankaya köşkü önündeki ayakkabı boyacılarıyla, simitçilerle sohbet ederek veriyordu. Kürt kökenli olduğu söylendi ama Kürt siyasal hareketine karşı son derece sert davrandı. Bu bağlamda Menderes döneminin sonlarında başlayan 49’lar Davası’nı devam ettirdi, 1960-1961 yıllarında Kürt kanaat önderlerini Sivas Toplama Kampı’nda hapsettirdi. Tek Parti döneminin raporlarına benzeyen bir ‘Kürt Raporu’ hazırlattı. Hatta bir İsveç gazetesine “Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler [Kürtler] rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır,” dedi… 
TBMM tarafından Cemal Gürsel’in 28 Mart 1966’da sağlık sorunları yüzünden (bir süredir komadaydı) görevine Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nden alınan bir sağlık kurulu raporu ile son verilmesinden sonra (ki Anayasa’da cumhurbaşkanlığının nasıl sonlandırılacağı konusu ele alınmamıştı, dolayısıyla bu azil tartışmalıydı) Gürsel’in yerine kimin getirileceği tartışması hız kazandı. Cemal Aga, 14 Eylül 1966 günü dünyaya gözlerini kapadığında Çankaya’da bir başkası oturuyor olacaktı…

İDARE-İ MASLAHATÇI: CEVDET SUNAY

Akla ilk gelen kişi elbette mevcut Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay oldu. Sunay, Genelkurmay başkanlığı sırasında kimseyi küstürmemiş, Gürsel ve İnönü ile işbirliği yaparak ordunun kışlasına dönmesini kolaylaştırmıştı. Talat Aydemir'in 1962 ve 1963’teki iki ihtilal girişimini başarıyla bastırmıştı. Ama ordu içindeki cuntacılarını da küstürmemişti. 
Anayasa gereği Cumhurbaşkanı meclis içerisinden seçilmek zorunda olduğu için Sunay görevinden istifa etti ve Cumhurbaşkanı vekili tarafından Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörü olarak Meclis’in ‘elitler locası’ olarak yeni kurulan Senato’ya sokuldu.

BÖLÜKBAŞI'NDAN DEMOKRASİ DERSİ

Sunay’ın adaylığına en anlamlı itiraz, CMP lideri Osman Bölükbaşı’dan geldi: “Gerçek demokrasi ile idare edilen, milli iradenin saygı gördüğü hiçbir memlekette, ordunun başında bulunan bir zatın, bizde Sayın Cevdet Sunay’ın geçtiği yollardan geçerek Cumhurbaşkanı olduğu görülmemiştir. Böyle bir şeyi o memleketlerde düşünecek hayali geniş bir tek insan bile bulmak mümkün değildir (...) Ya bu yol olur da her Genelkurmay Başkanı kendisini müstakbel Cumhurbaşkanı görmeye başlarsa, böyle bir nevi veliahtlık müessesesi kurulursa, demokrasimizin ve dolayısıyla memleketin yarını ne olur? Dünya bu manzara karşısında Türkiye’de demokrasinin bulunduğuna nasıl inanır?” 
Elbette, bu eleştirilere kulak asılmadı ve Sunay 28 Mart 1966 günü, oylamaya katılan 532 üyenin 461'inin oyunu alarak cumhurbaşkanı seçildi. (Meclis’in üye sayısı 636 idi.) Seçimde karşısındaki tek aday olan, 27 Mayıs darbesinin adeta ebediyen sürmesini isteyen 14'ler hareketinden Alparslan Türkeş’e ise sadece 11 oy çıktı. Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde onun adaylığına karşı çıkan AP’lilerin, kendi Cumhurbaşkanı adayları Ali Fuat Başgil o sırada İstanbul Milletvekili olarak mecliste olduğu halde, Cevdet Sunay’ı desteklemeleri ilginçti. Anlaşılan dönemin sönen yıldızı İnönü ile parlayan yıldızı Demirel TSK’nın gönlünü hoş etmenin faziletleri konusunda fikir birliği içindeydiler. 
Cevdet Sunay, karizması, pırıltısı olmayan biriydi. Öte yandan sınırlı yeteneklerine rağmen hayatı hep yolunda gitmişti. Sunay hakkında üretilen fıkralarda zekasına yönelik imalar olmasına karşın cumhurbaşkanlığına gelişi ve görev süresince yaptıkları hiç de zeka sorunu yaşamadığını (ya da gayet kurnaz olduğunu) düşündürür.


Cevdet Sunay ve Süleyman Demirel bir resepsiyonda

12 MART MUHTIRASI

Sunay dönemin siyasal aktörü Süleyman Demirel'le çok iyi anlaştı. İkisi de antikomünist idi, ikisi de Amerikan hayranıydı. 1969’da Cevdet Sunay atmış Kayseri’de hapis cezasını çekmekte olan Celal Bayar ve arkadaşlarını affetti. Affı, siyasal hakların iadesinin izlemesi bekleniyordu. Bayar-İnönü görüşmesi sonrasında, İnönü’nün ‘Meclis’e gelmesi halinde DP’lilerin affı lehinde oy kullanacağını açıklaması, Bayar’ın sahneye geri dönmesinden rahatsız olan Demirel’i zor durumda bırakmıştı. Ancak 15 Mayıs 1969’da siyasi yasaklar oy çokluğuyla kalktı. Kararın Senato’da onaylanması sürecinde, TSK’nın üst rütbelileri olaya el koydu. Sonunda Sunay pes etti ve affın Senato’dan geçmesine karşı olduğunu açıkladı. Tam bu noktada tarihsel bir ironi sahnelendi. CHP’nin zorlamasıyla Senato’ya getirilen af kanunu, AP’lilerin engellemesiyle Senato’dan geçmedi. Daha sonra İnönü, Sunay’ı darbeye davetiye çıkarmakla suçlayacaktı. Bunda da haklı olduğu kısa süre sonra ortaya çıktı. Türkiye’de Baas modeli sol bir rejim kurmak isteyen sol cuntacı hareketin 9 Mart 1971’deki darbe girişiminin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler tarafından önlenmesi, bunun ardından ordunun duruma hiyerarşik olarak müdahaleye karar vermesiyle ortaya çıkan 12 Mart Muhtırası sürecinde, Sunay, sivil siyasetten yana değil, darbecilerden yana tavır takındı. Ardından gelen hükümet krizleri, TİP’in kapatılması ve solculara karşı sürek avının başlatılması Sunay döneminin üzücü olayları arasında ilk aklıma gelenler… 
YARIN: Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün seçimleri.


Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums