Özür literatüründe Almanya ve Japonya örneği

  • 27.11.2011 00:00

 

 
Özür literatüründe Almanya ve Japonya örneği

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 1937- 1938’de Dersim’de devletin yaptığı korkunç katliam için özür dilemesi, Cumhuriyet tarihinde bir ilkti. Ancak birçok kişi gibi ben de, bu özrün CHP’yi köşeye sıkıştırmak için değil de samimi bir tarihle yüzleşme çabası olduğuna inanmak için sadece Dersim defterinin değil, 1915 Ermeni Tehciri’nden başlayarak Cumhuriyet tarihinin tüm karanlık sayfalarının açılmasını bekliyorum. Bu bağlamda, Dersim konusunda halk deyişiyle ‘yavuz hırsızlık’ yapan CHP’nin sırf AKP’yi köşeye sıkıştırmak için söylemiş bile olsa “Özür dilemek yetmez!” sözünü önemli görüyorum. Çünkü özür dilemenin de bir usulü var.


Kolektif özür- kolektif suç

Bugün bizim ‘özür’ dediğimiz eyleme Batılıların verdiği ad olanapology eski Yunancadan geliyor.Apology esas itibariyle bir kişinin kendisine yöneltilen suçlamalara karşı savunması anlamını taşıyor. Pek çok bilim adamı özür söyleminin bir çeşit imaj düzeltme retoriği olduğunu ileri sürüyorsa da ben özür dilemenin erdemine yürekten inanıyorum. Kişisel olarak hatalarımdan dolayı özür dilemekte bir an bile tereddüt etmem. Devlet adamlarının, toplum liderlerinin dahil oldukları gruplar adına diledikleri kolektif özür ise, ‘geçmişle/tarihle hesaplaşma’ ya da ‘geçmişle/tarihle barışma’ sürecinin parçası olarak ele alındığında çok önemli işlev görüyor.

Kolektif özrü anlamak için kolektif suç kavramını da anlamak gerekiyor. Hukuk değil sosyal bilimler alanının ortaya koyduğu bir kavram olarak kolektif suç, toplumun bir suçun failleriyle dayanışması ve kurbanlar karşısında suçun sorumluluğunu üstlenmesi olarak anlaşılabilir. Dayanışma açık, doğrudan gösterilebileceği gibi, örtük veya dolaylı bir yoldan da gösterilebilir.


İlk Günah kavramı

Bazıları ‘özür dileme kültürü’ adlı bu yeni kültürü, Yahudi-Hıristiyan kültüründeki “daha doğarken günahkâr olmak” diye çevirebileceğim Original Sin (İlk Günah) kavramı ve bundan kurtulmak için yapılan “günah çıkarma seansları” ile ilişkilendiriyor ve “günah çıkar ve kurtul” şeklinde özetlenebilecek bir kaçış durumuna sebep olabileceğini söylüyorlar. Bazıları ise hangi gerekçelerle olursa olsun, bir toplumun en üst düzeydeki temsilcilerinin, o toplumun mensupları tarafından işlenmiş suçlar için kolektif sorumluluk duygusuyla özür dilemesinin her şeye rağmen olumlu işlevi olduğunu söyleyerek bu tür analizlere fazla takılmıyorlar. Ama bütün bu kesimler, özür dileme politikalarının içinin boşaltılmaması için son derece dikkatli olmak gerektiğinde birleşiyorlar.


Özür dilemek ciddi iştir

Bu dikkati göstermenin yolu, özrün belli bir bağlam içinde, belli bir sürecin parçası olarak ele alınması. Yani özür dilemek ciddi bir iş. Bazı bilim adamlarının “meşru”, “dört başı mamur”, “mükemmel” veya buna benzer sıfatlarla nitelediği bir özrün, belli unsurlar taşıması gerekiyor. Bir kere, “özür dileme” tek taraflı değil, diyalojik bir sürecin parçası olmalı. “Özür dileme”, belli bir anlaşmazlığı barışa götürme sürecinin bir parçasıysa anlamlı. Gerçi, aşamaların adlandırılmasında ya da tarif edilmesinde bilim adamları arasında tam bir uzlaşma yok ama yine de Almanya’da, İspanya’da, İsviçre’de, Güney Amerika’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, İrlanda’da, Japonya’da yaşanan başarılı ve başarısız barışma süreçlerinin ortak noktaları var. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. Aşama, güvenlik aşamasıdır. Çatışma aşılmış, tehlikeli ve baskıcı ortam ortadan kaldırılmıştır. Güvenlik ortamını temin eden yeni kurumlar oluşturulmuştur.

2. Aşama “hakikat” aşamasıdır. Gerçekten ne olduğuna dair bilgiler toplanmıştır. Tarihsel anlatılar kayıt altına alınmıştır. Şahitler bulunmuş, arşivler ortaya konmuştur.

3. Aşama “hikâyelerin karşılıklı anlatılması” aşamasıdır. Hakikat komisyonları (veya benzerleri) kurulur, mahkemeler oluşturulur. Kurbanın yaşadıkları bütün boyutlarıyla ortaya konur.

4. Aşama “nedamet” (pişmanlık) aşamasıdır. Failler yaptıklarını kabul ederler, nadim olurlar. Kişisel ve kamusal üzüntü, pişmanlık duyguları ifade edilir.

5. Aşama “özür” aşamasıdır. Kurbanların maruz kaldıkları aşağılayıcı durumdan ve utançtan kurtulmalarını sağlamak için kurbanlardan kişisel ve kamusal özür dilenir. Bağışlanma talebi kurban tarafından kabul edilir veya edilmez. Bu seçme hakkı, kurbanı sağaltan en önemli unsurlardan biridir. Kurban böylece kendini güçlü hisseder.

6. Aşama “adalet” aşamasıdır. Eğer gerekiyorsa yargılama ve cezalandırma yapılır. Ancak ölüm cezası ve hapis cezası dışında cezaların uygulanması tercih edilir. Veya cezalar en aza indirilir. Onarıcı, telafi edici ve sembolik adaleti sağlayacak adımlar atılır.

7. Aşama “tazmin, telafi ve onarma” aşamasıdır. Bu aşamada mağdurların maddi ve manevi zararlar giderilir. Bunun yerine “onarıcı adalet” denen, faillerin ve onları destekleyenlerin de katılacağı süreç tercih edilir. Bu süreçte, maddi ve manevi zararlar tazmin edilir.

8. Aşamada bu sürecin gelecek kuşaklara aktaracak anma günleri, anıtlar, heykeller, müzeler, sergiler, semboller oluşturulur. Failler veya onların destekleyicileri yaşıyorlarsa, bu süreçlere aktif olarak katılmaları sağlanır. Böylece onlar da kendilerini daha iyi hissederler. Nihayet toplum, yeni bir ilişkiler, egemenlik, temsil biçimlerini oluşturur. Geleceğe daha umutla bakan kuşaklar vardır artık.

Dikkat edilirse, “kişisel ve kamusal özür” meselesi, tarihle hesaplaşma veya tarihle barışma süreçlerinin ileriki aşamalarında yer alıyor. Bunun nedeni var. Çünkü özrün belli nitelikler taşıması gerekiyor ve o nitelikler ancak bir önceki aşamalar başarıyla geçilirse hayatiyet kazanılabiliyor. Başbakan Erdoğan’ın Dersim özrünün “dört dörtlük bir özür” olmadığı herhalde anlaşılmıştır.

Şimdi de biri yine “dört dörtlük” olmamakla birlikte “olumlu”, birisi ise gayet olumsuz iki “özür dileme” olayını ele almak istiyorum.


Olumlu örnek: Almanya’nın özrü

1949’da kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti Nazi rejiminin işlediği korkunç suçlarla yüzleşmekte çok cesur davrandı ve olayların maddi açıdan telafisini de ihmal etmedi. Bu tutumu “suçüstü yakalandıkları için öyle yapmak zorundaydılar” diyenlere hak vermediğimi de söyleyemem ancak, yakın tarihimizde gözlerimizin önünde işlenen yüzlerce suçun, örneğin 17 bin faili meçhulün (!) bile kabul edilmediğini görünce, “Alman özrü”, tazminatları ve geçmiş eylemler hakkındaki eğitim programları dünyanın diğer ülkelerince takdirle karşılanan bir bütün oluşturuyor. Bilim adamları ve gazeteciler Alman özür politikalarının Avrupa barışına yaptığı katkıları teslim ediyorlar.


Üç aşama

Almanya’nın geçmişi ele alması üç aşamalı oldu. Birinci aşama 1945- 50’lerde, ikinci aşama 1960-80’lerde yaşandı. Son aşama ise 1990’lardan günümüze kadar devam etti. Almanya’nın tarihle barışma politikaları üzerine çalışan Jennifer M. Lind ilk aşamayı “unutmayı yansıtma” (Reflecting Amnesia), ikinci ve üçüncü aşamayı ise “açıklayıcı” (Apologetic) olarak adlandırıyor.

İlk aşamada Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer önderliğindeki Almanya, Yahudilerin değil, Alman halkının kendi yaralarına, acılarına, kayıplarına yoğunlaşmış, “Federal Almanya Cumhuriyeti suçludur ancak pek çoklarının inandığı kadar suçlu değildir, bunu kabul ederek geçmişi geride bırakabiliriz” demişti.

1960-1980’lerdeki ikinci aşamada Batı Almanya iki önemli politik değişim yaşadı. 1960’ların sonlarında sol hareket güç kazandı ve 1982’ye kadar iktidarda kaldı. Bu dönemde Almanlar Nazilerin işlediği suçlar üzerinde konuşmakla kalmadı, Şansölye Willy Brandt, 1970’te Polonya’daki Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı’na yaptığı ziyaret sırasında Varşova Gettosu’na gitti ve dizlerinin üzerine çökerek özür diledi. 1978’de yeni Şansölye Helmut Schmidt 1938’de yaşanan Kristal Gece’nin acı ve utanç kaynağı olduğunu söyledi. Schmidt’e göre Almanlar geçmiş üzerinde konuşmalıydılar.

Üçüncü aşamada ise, Bergen-Belsen Toplama Kampı’nın kapatılmasının 40. yıldönümünde Şansölye Kohl, Nazi suçlarını tek tek saydı ve Yahudilerin en büyük kurbanlar olduğunu söyledi ve “bunları bilmiyorduk” savunmasına karşı çıktı.


Verdun Mezarlığı’ndaki tören

Ancak 1982’de muhafazakârlar iktidara gelince, geçmişin kabahatlerini bilen ve bunlar için üzüldüğünü söyleyen pek çok kişi bile geçmişin artık geride bırakılmasını ve geleceğe bakılmasını istemeye başlamıştı. Bunun üzerine, Fransa Devlet Başkanı François Mitterrand ve Almanya Şansölyesi Kohl 1984’te Birinci Dünya Savaşı’nın kurbanlarının yattığı Verdun Mezarlığı’nda el ele tutuşarak fotoğraf çektirdiler. Fransız-Alman ortak deklarasyonunda Fransa ve Almanya’nın tarihten gereken dersleri çıkardığını, Avrupa’nın hepimizin anavatanı olduğunu; bu el sıkışma ile her iki halka da barışçı, akıl dolu ve dostça bir işbirliğinden dönüş olmadığını göstermeyi amaçladıklarını söylüyordu. 5 Mayıs 1984’te, ABD ve Batı Almanya benzer bir seremoniyi Bitburg Mezarlığı’nda ve Bergen-Belsen Toplama Kampı’nda tekrarladılar.


‘Sonderweg’ (özel yol) tartışması

1986-1989 yılları arasında Alman entelektüellerin başlattığı akademik tartışma (Historikerstrei ) Almanya’nın özür politikalarının nihai şeklini almasında önemli rol oynadı. Çağdaş Alman düşünürlerinden sağ eğilimli Ernest Nolte ve ünlü solcu sosyal teorist ve siyasi eylemci Jürgen Habermas’ın karşılıklı makaleleriyle başlayan tartışmaya sağ ve sol kanattan bir dizi bilim adamı ile bazı İngiliz tarihçileri de katıldı. Tartışma temel olarak dört başlık etrafında yürütülmüştü: 1) Nazi Almanya’sının işlediği suçlar tarihte özel bir yere sahip midir? 2) Alman tarihi kaçınılmaz olarak Nazi suçlarına giden özel bir yol (=Sonderweg) izledi? 3) Tarih boyunca işlenen diğer soykırımlarla Holokost arasında fark var mıydı? 4) Nazi suçları Stalin döneminde işlenen Sovyet suçlarına bir tepki miydi? (Tartışmanın alt başlıklardan biri 1915 Ermeni Tehciri’ne ne ad takmak gerektiği konusuydu. Sonunda “soykırım” adını uygun görmüşlerdi.)


1915’te Alman sorumluluğu

İşte böyle bir iklimin egemen olduğu 1990’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra Soğuk Savaş döneminde zarar görenlere tazminat ödemeleri için devlet fonları 1,8 milyar Alman Markı’na çıkarılırken, Doğu Almanya’da kaldığı için Nazi suçlarından dolayı uğradıkları zararları tazmin edilmemiş olanlar ile Polonya, Belarus, Rusya Federasyonu, Ukrayna, Çek Cumhuriyeti de kapsama alındı. Şansölye Schröder ve ABD Başkanı Clinton Almanya’nın kurduğu “Hatırlama, Sorumluluk ve Gelecek” fonuna 10 milyar mark verilmesini kararlaştırıldılar. Bir dizi sembolik adım da atıldı. Birçok Alman şehrinde anıtlar dikildi. Böylece Almanya önce geçmişi anımsama, sonra özür dileme, ardından da sağlıklı bir unutma sürecine doğru yönelmiş oldu.

Almanya’nın hâlâ yapacağı şeyler olduğunu biliyoruz. Örneğin 1915 Ermeni Tehciri’nden 90 yıl sonra, 15 Haziran 2005 tarihinde Almanya Parlamentosu Buntestag, “Birinci Dünya Savaşı sırasında şiddet, cinayet ve tehcir sonunda hayatını kaybeden Ermeni kurbanların hatırasını anan ve onları şereflendiren” bir karar almıştı. Kararda İttihat ve Terakki hükümetinin eylemlerinin Anadolu’daki tüm Ermeni nüfusun yok olmasına neden olduğu belirtildikten sonra, Ermenilerin organize tehciri ve imhasından gayet zengin bilgisi olduğu halde, araya girmek ve katliamları durdurmak için hiçbir şey yapmamasından dolayı Almanya’nın esef ve utanç duyduğunu açıklanıyordu. Bazıları bu üç aşamanın da hakkıyla yerine getirilmediğini söylüyorlar. Bu konuda herhalde en az söz söylemeye hakkı olanlar biz Türkleriz. (Alman uzmanların rolü konusunu ayrı bir yazıda ele alacağım.)


Olumsuz örnek: Japon özrü

Japonların 1930’lu ve 1940’lı yıllarda işgal ettikleri Güneydoğu Asya ülkelerinde Japon askerlerini ‘rahatlatmak’ için 200 bin kadını seks kölesi olarak istihdam ettiklerini kabul ederek özür dilemesi ise, yaraları sarmaktan çok yaraları kanatmaya yaramıştı. Japonların söz konusu yıllarda resmî olarak “seksüel rahatlama işletmesi”, günlük dilde “umumi tuvalet” olarak adlandırdıkları bu yerlerde çalıştırılan seks kölelerinin (Japoncası Jungun ianfu) Filipinler, Endonezya, Tayvan, Çin ve Kore gibi ülkelerden toplandığı biliniyor. Bu talihsiz kadınların pek azı sağ kaldı, çünkü bir kısmı daha o yıllarda, işkencelerle öldürüldüler. Hayatta kalanlar ise yaşadıkları utanca fazla dayanamadı ve erken yaşlarında hayata veda etti.

Bu trajedi, o yıllarda bölgede Uluslararası Güvenli Bölge Sorumlusu olarak çalışan ve birçok esiri kurtararak, bir nevi Oscar Schindler rolü oynayan John Rabe adlı Nazi işadamıyla Winnie Vautrin adlı bir Amerikalı kadının günlükleri sayesinde biliniyordu. Günlükler ortaya çıkmadan Nazi Partisi’nden ihraç edilen Rabe 1950’de yoksulluk içinde ölürken, Vautrin 1941’de intihar etmişti.

“Olay biliniyordu” dedim ama aslında o tarihten sonra fazla üzerinde de durulmamıştı. Bu suskunluğu bozan Çin asıllı Amerikalı yazar Iris Chang’ın 1997’de yayımlanan Nanking Tecavüzü (The Rape of Nanking) adlı kitabı oldu.


Neden hesabı sorulmadı?

Sadece 13 Aralık 1937’den itibaren altı hafta süren ve 300 bin cana mal olan Nanking Katliamı’ndan değil, Japonların kurduğu çalışma kamplarından, savaş esirlerine yapılan kötü muamelelerden, biyolojik ve kimyasal silah deneylerinden de bahsedilen kitap zamanında büyük bir gürültü koparmıştı. Ama asıl şaşkınlık yaratan böyle bir barbarlığın 60 yıl boyunca tarihin karanlık köşelerinde kalması idi. Haydi, Japonlar suçlu oldukları için seslerini çıkarmamışlardı, ama Çinliler, Filipinliler, Tayvanlılar, Endonezyalılar ve Koreliler neden bu olayın hesabını sormamışlardı? Gerçekten de Japonya’nın o tarihten bu yana tek yaptığı “Bütün bunlar Japonların imajını zedelemek için Çinlilerin uydurduğu yalanlardır” demek olmuş, 1998’de bir Japon mahkemesi Çinli kadınlara tazminat ödenmesini, “savaş döneminde bütün kadınların acı çektiğinden” bahisle reddetmişti.

Batı’nın Japonya’nın savaş suçları karşısındaki uzun süren sessizliği Soğuk Savaş döneminde Maocu Çin’e karşı Batı’nın en önemli müttefiklerinden olan “Japonya’nın küstürülmemesi” politikasına bağlanırken, Çin’in sessizliği, dünya politik sahnesinde yer almak için Japonya tarafından tanınmaya odaklanmış olması ve Japonya ile ekonomik ilişkilerin Çin’in refahı açısından hayati öneme sahip olması ile açıklandı.

Acaba bu utanç verici sessizlik, sadece tarihsel ya da politik nedenlerle açıklanabilir miydi? Bu konularda ufuk açıcı bir yaklaşımın sahibi olan Antropolog Ruth Benedict’e göre Batılılarla Japonların ve Çinlilerin tavır farklılığının ardında kültürel nedenler de olabilirdi.


Suç ve ayıp kültürleri

Benedict, dünya toplumlarını kabaca “suç” ve “ayıp” kültürleri diye ikiye ayırıyor. Birinci gruba Hıristiyan ve Musevi kültüründen gelen Batı toplumlarını, ikincilere ise Müslüman, Budacı, vb. Doğu toplumlarını örnek veren Benedict’e göre, “suç kültürleri” özerk, insan haklarına, bağımsızlığa, kendi kaderini tayin etme hakkına ve özgürlüğe saygılı topluluklar. Benedict, “Bu kültürlerin üyesi için, toplumun baskısı değil, insanın iç sesi önemlidir, bu iç ses ne kadar alçak olursa olsun, onu her zaman duyar. Eğer bir hata yaptıysa, kimsenin onu uyarmasına gerek olmadan ‘ben günah işledim’, ‘ben yanlış yaptım’ der ve bunu affettirmenin yolunu arar” diye devam ediyor. Benedict açıkça söylemiyor ama bunun Hıristiyanlıktaki “ilk günah” (Original Sin) kavramı ile ilişkisi olması muhtemel.

Benedict’e göre “ayıp kültürleri”nde ise, kişinin doğru ve yanlışa ilişkin yargıları dışsal faktörlerle belirleniyor. Örneğin bir Japon için, kişisel özerklik, bağımsızlık, özgürlük değil, boyun eğmek, sadakat, başkalarının beklentilerini karşılamak, mütekabiliyet, aidiyet ve sosyal sorumluluklar daha önemli. Bu yüzden kişi sosyal çevre tarafından reddedilme, alaya alınma, ayıplanma korkusu içinde yaşar. Kişi eğer bir yanlışlık yaptıysa, tek umudu bunun başkaları tarafından fark edilmemesidir. Nitekim biri onu ayıplayıncaya kadar kabahatine rağmen, ‘onurlu biçimde’ yaşamaya devam eder. Ayıbı ortaya çıkınca da harakiri yapar...

Gerçi daha sonra bazı bilim adamları Doğu ve Batı toplumları arasında böyle kesin ayrımlar yapmanın kolay olmadığını gösterdi ama Benedict’in kavramsallaştırması tümüyle geçersiz kılınmadı.


Peki, biz hangi kültüre dâhiliz?

Peki, bu topraklardaki katı ve sürekli inkârcı tavrın kaynağı nedir? Bunun bilimsel olarak araştırılması gerekir, ancak bazı ipuçları da yok değil: İslam’a göre Allah, âdem ile Havva’ya tövbe imkânı vermiş, onlar da yaptıkları şeyin farkına vararak tövbe etmişlerdi. Böylece “İlk Günah” yapanla sınırlı kalmış, yeni doğanlara geçmemişti. Nitekim İslamiyet’te kimse başkasının günahından sorumlu tutulmaz, çünkü suç kişiseldir. Dolayısıyla, ileriki kuşakların geçmiş kuşakların yaptıklarından mesul tutulması, hele hele onlar adına özür dilenmesi gibi şeyler İslam kültürüne yabancıdır. Öte yandan Hazreti Muhammed’in, “Mezarlarınızı süslemeyin, taştan yapmayın ki bir zaman sonra silinip gitsin” şeklindeki sözleri ya da tasavvuf düşüncesindeki “dündü, geldi, geçti” yaklaşımı İslam’ın tarih anlayışının ipuçları olabilir.

Başbakan’ın Dersim özrü, “literatüre” uymuyor ama İslam-Türk geleneği düşünülünce de büyük bir adım. Bütün eksiklerine rağmen ve bazılarının iddia ettiği gibi samimi duygularla değil de CHP’yi köşeye sıkıştırmak ya da Kemalist modernleşme paradigmasını eleştirmek için yapılmış bile olsa (ki başta da söylediğim gibi böyle olduğunu iddia etmiyorum, sadece yukarıda ayrıntılarıyla anlattığım türden adımlar bekliyorum) bu “Alaturka” özrün, Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecinde önemli bir işlev göreceğine inanıyorum. “Tarihle yüzleşmek gerekli mi” diye soranlar ya da “Devlet adına kim özür dilemiş ki?” diyenler 5 Ekim 2008 tarihli “Unutma kültüründen hatırlama kültürüne” başlıklı yazıma göz atabilirler.

Not: Kaynakça internet sayfasındadır.

hurayse@hotmail.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums