Bomba Olayı ve ‘Bir anlık gecikme’

  • 10.07.2011 00:00

 

Bomba Olayı ve ‘Bir anlık gecikme’

30 Haziran 2011 günü Diyarbakır’da yapılan bir anma töreninde, BDP Milletvekili Sebahat Tuncel, 30 Haziran 1996’da Tunceli’de, askerlerin bayrak töreni sırasında hamile kadın kılığına girerek düzenlediği intihar saldırısıyla kendisiyle birlikte sekiz askerin şehit olmasına, 29 askerin ise yaralanmasına yol açan Zilan kod adlı PKK eylemcisi Zeynep Kınacı hakkında bir konuşma yaptı. Tuncel’in “Sadece Zilan değil, Kürt özgürlük tarihine baktığımızda binlerce şehidimiz var. 18 bin gerilla bu 30 yıllık mücadele yaşamını yitirmiştir. Bunların arasında binlerce kadın arkadaşımız var. Bizim bugün rahat siyaset yapmamızı, bu kadar rahat konuşmamızı bu mücadeleye ve bu arkadaşlarımıza borçluyuz. 30 yılda çok büyük emekler ve çok büyük bedeller verildi. Ancak halen yolumuz var. Zilan yoldaşın canını ortaya koyarak sisteme karşı vücudunu bomba yapıp patlatmasını kendi mücadelemiz olarak görmeliyiz” dediği söylendi. Sebahat Tuncel daha sonra sözlerinin yanlış anlaşıldığını ileri sürdü ama 5 Temmuz 2011 tarihli Radikal’de Eyüp Can’ın “Zilan nasıl canlı bomba oldu?” başlıklı yazısı hakkında Tuncel’in yorumunu duyamadım. Duymak isterdim, çünkü konu çok önemliydi.


Genel olarak terör konusundaki düşüncelerimi 31 Ocak 2010 tarihli “Birinin gerillası ötekinin teröristi” başlıklı yazımda özetlemiştim, Taraf’ın arşivinde bulabilirsiniz. Özel olarak kadınların intihar bombacısı olmalarının sosyolojik ve ideolojik gerekçelerine ilişkin tesbitlerimi ise 16 Mart 2006 tarihinde yazıya dökmüştüm. İlgilenenler şu adresten okuyabilirler: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=128.


Bu vesileyle bu hafta siyasi amaçlar uğruna teröre başvurmanın tarihinden birkaç yaprak çevirelim.

***

Osmanlı Dönemi’nde de siyasi amaçlarla suikast yapılmıştı. İlk akla gelenler, 6 Nisan 1909’da Serbesti gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi Bey’in, 9 Haziran 1910’da Sada-yı Millet Başyazarı Ahmet Samim Bey’in, 10 Temmuz 1911’de Şehran gazetesi yazarı Zeki Bey’in öldürülmeleri, 11 Haziran 1913’te, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi. Ancak bunların hiçbiri 21 Temmuz 1905’te, Yıldız Camii’nden çıkan II. Abdülhamid’e yapılan bombalı saldırıyla karşılaştırılamaz. Tarihe “Bomba Olayı” diye geçen suikastın ayrıntıları dönemin sansür uygulamaları nedeniyle ancak 1909’da ortaya çıkmıştı. Ancak o günden bu yana hikâyeye yeni bir şeyler eklenmedi. Olay aşağı yukarı şöyle gelişmişti:

II. Abdülhamit kuruntulu bir padişah olduğu için, Cuma namazlarını Yıldız Sarayı’nın kapısından 300-400 metre uzaklıktaki Yıldız Camii’nde kılardı. Hüsamettin Ertürk İki Devrin Perde Arkası adlı hatıratında bu törenleri şöyle anlatır: “Yolun iki tarafına padişahın muhafızları, süvari ve piyade hassa askeri iki sıra dizilir, mızıka Marş-ı Sultani’yi çalar, devlet ileri gelenleri, askerî komutanlar bu törende hazır bulunurlardı. Belirli ve alışılmış kişilerden başka kimse Cuma namazı için padişahla beraber camiye giremezdi. Her tarafta bendeler, hafiyeler, sivil polisler vardı.”

 


26 ölü, 58 yaralı

İşte 21 Temmuz 1905 günü, yine böyle bir törende, İstanbul’un her yerinden duyulan korkunç bir patlama oldu. İnsan ve hayvan cesetlerinin kanlı parçaları, taşlar ve topraklar etrafa savruldu. Sonradan anlaşıldığına göre 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış, 20 at ve 17 araba parçalanmış, cami hasar görmüştü ancak Abdülhamid sağ ve salimdi...

Rivayete göre patlamadan sonra, evhamı ile tanınan Abdülhamid kendini kontrol etmeyi başararak sadece “Ne var, ne oldu” diye sormakla yetinmiş, ardından kılıç çekerek avluya doluşan süvari birliğine “Korkmayın, korkmayın” dedikten sonra saltanat arabasına atlayıp, dizginleri bizzat eline alarak oradan süratle ayrılmıştı. Tören Dairesi’nin önünden geçerken elçiler tarafından selamlanan Abdülhamit, her cuma olduğu gibi o gün de Çit Köşkü’nde elçileri kabul etmişti. O gün ve ertesi gün kendisine geçmiş olsun diyenlerle ilgilenecekti. (Ancak daha sonra sarayın etrafına yeni ve daha güçlü duvarlar yapılacaktı.)

 


148 kilo patlayıcı ve yeraltı tünelleri

Olayı soruşturmak üzere bir komisyon kurulmuş, yolda bulunan bir lastik parçasının izi sürülerek arabanın markası tesbit edilmişti. Markadan kalkarak arabaya, arabadan da suikastçılara ulaşılmıştı. Daha sonra şehrin çeşitli semtlerinde baskınlar yapılmış, iddialara göre değişik mekânlarda depolanmış 148 kilo ‘Milinit’ adlı patlayıcı malzeme ile Osmanlı Bankası ve Galata Köprüsü’nü uçurmak üzere kazılmış yeraltı tünelleri bulunmuştu.

Suikastçılar ise Bakü Ermenilerinden ve Troşak Cemiyeti yöneticilerinden Simoil Kayın (kod adı Hristofor Mikaelyan) ile kızı olarak tanıtılan Robina Kayın ve Rusya Ermenilerinden Safo kod adlı Konstantin Kabulyan idi. Beyoğlu’ndaki Moraviç Apartmanı’nda bir daire kiralayan suikast timi Belçika’da pek çok bombalama olayına karışmış ‘gedikli’ anarşist Charles Edouard Joris ve eşi Anna ile temasa geçmişti. Jorris, dikkati çekmemek için bir süre Singer fabrikasında teknisyen olarak çalışmıştı.

 


Cehennem makinesi

Suikast, Viyana yapımı machine infernale (Cehennem makinesi) denen saatli bir bomba ile gerçekleştirilecekti. Titiz gözlemler sonunda Padişah’ın namazdan sonra caminin binek taşından arabasına bir dakika 40 saniyede (bazı kaynaklara göre iki dakika 40 saniyede) geldiği saptanmıştı. Ardından 100 kg. ağırlığındaki demir-çelik parçacıklarından oluşan bombayı taşımak için Viyana’daki Nesel Dofer araba fabrikasına şık bir fayton tasarımı hazırlatmışlardı. Bu tasarıma uygun olarak imal ettirdikleri parçaları İstanbul’a getirmişler, Şişli’deki bir ahırda monte ettirmişler, faytonu çektirmek için dönemin ünlü ortaoyuncusu Kel Hasan’dan iki doru at satın almışlardı. Olay günü, ekibe Madam Sofi Liparis, arabacı Sarkis, oğlu Mıgırdıç, seyis Yervant Frankolyan ve arabacı Jorj Petri Varşamof (Kirkor Varşam) ve birkaç Ermeni daha katılmıştı. Ekip, Abdülhamid’i beklemek üzerine Saray’ın Saat Kulesi’nin (1890 yılında Ermeni mimar Sarkis Balyan tarafından yapılmıştı) altındaki yerlerini almışlardı. Bombanın tam zamanında patlaması için uygun bir düzenek hazırlanmıştı. Ancak suikast timinden Kristofor Mikaelyan da ölenler arasında olduğu halde Abdülhamid’in kılına zarar gelmemişti.

 


Başarısızlığın nedeni

Peki, suikast neden başarısız olmuştu? Olayın en yakın tanıklarından olan Woods Paşa’nın anlattığına göre, Abdülhamid önce Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile ayaküstü sohbet etmiş, ardından da İstabl-ı Amire (Saray Ahırı) müdürüne bir dahaki selamlık törenine kadar arabası için yeni atlar temin edilmesini emretmişti. Dönemin tanıklarından Abdullah Bedevi (Kuran) ise, Harbiye Mektebi’nde kurulan İhtilalci Askerler Cemiyeti’nden Kırşehirli Rıza adlı bir öğrencinin Abdülhamid’e dilekçe vermesi yüzünden Abdülhamid’in birkaç dakika geciktiğini iddia etmişti. Hangi iddia doğrudur bilinmez ama anlaşılan bu iki-üç konuşmanın neden olduğu birkaç dakikalık gecikme Abdülhamid’in hayatını kurtarmıştı.

Olayın arkasında sadece Ermeni komitacıların değil İttihatçıların olduğu iddia edildi ancak buna ait kanıt ortaya çıkmadı. Sadece İttihatçıların düşmanlarından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) 1907’de Paris’te yapılan II. Kongresi’nde, Abdülhamit’i yıkmak için Taşnaklarla ittifak yaptığı bugün bilinmekte. 1908’de Abdülhamid’e Meşrutiyet’in ikinci kez ilan ettirilmesi de bu ittifakın sonucuydu.

 


Bir Lâhza-i Teahhûr

Sadece İttihatçılar değil, istibdat yönetimine karşı olan başkaları da Bomba Olayı’nı onaylamışlardır. Örneğin Abdülhamid’in siyasi muarızlarından Tevfik Fikret (İttihatçı değildir), 1908’den sonra yayımlanabilen ünlü “Bir Lâhza-i Teahhûr” (Bir Anlık Gecikme) adlı şiirinde “...Kırıp yüzyılların boyunduruklarını, en çetin/ Bir uykudan uyandırır budunları dehşetin./ Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın/ Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!..” diyerek suikastın başarısızlıkla sonuçlanmasından duyduğu büyük üzüntüyü dile getirir.

Tarihçi Ahmed Refik (Altınay) (o da İttihatçı değildir) olayı anlatırken “Osmanlı milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için bu kahramanca hareketin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı” demiştir.

Ancak, suikasta katılması yönünde davet alan İttihatçı Ahmed Rıza’nın bu teklifi şiddetle reddettiği ve bağımsız bir Ermeni devleti yararına hedefe doğru giden bir partiyi kınadığı da biliniyor. Buna karşılık 1909’daki 31 Mart Olayı’ndan sonra, Yıldız Sarayı’nda ele geçirilen belgeler arasında Bomba Olayı’na dair jurnallerle birlikte Ermenilerin verdiği jurnaller de vardı. Hatta o sırada Osmanlı Devleti’nin Londra Sefareti’nde Üçüncü Sekreter olan Esat (Paker) Bey anılarında Padişah’ın kendisine hazırlanan suikasttan haberdar olduğunu, Abdülhamid’in bu konudaki istihbaratı Londra Sefiri Kostaki Muzurus Paşa’dan, Muzurus Paşa’nın da bir Ermeni’den almış olduğunu yazmıştı. Kısacası Bomba Olayı’na Türklerin veya Ermenilerin yaklaşımı tek tip değildir.

 


Belçika’nın baskısı

Olayı soruşturmak üzere kurulan komisyon yüzlerce tanık dinledi, binlerce sayfa fezleke tuttu. Suikastçıların önemli bir bölümü yurtdışına kaçmıştı. Planlar hakkında her türlü bilgiye sahip olduğu sanılan Hacı Nişan Minayan adlı komitacı konuşmamak için bileklerini teneke ile keserek intihar etmişti.

Mahkemenin karar vermesinden bir gün önce yani 17 Aralık 1905 günü Belçika Hükümeti Osmanlı Devleti’ne bir nota vermişti. İstanbul Belçika’nın notasına kulak asmamış ve Joris’i 18 Aralık 1905 günü idama mahkûm etmişti. Diğer sanıkları da hapse mahkûm etti. Ama Belçika olayın peşini bırakmadı. Baskının nasıl sonuçlandığını Abdülhamid’in Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarından okuyalım: “Bir gece Brüksel’den Yıldız’a bir telgraf geldi. Bu telgrafta Joris’in affı dileniyordu. Telgraf rica ve tehdit ile karışık bir ifade ile yazılmıştı. Joris hapishane hücresinden saraya getirildi, padişahla bilvasıta görüştü, Ermeni komitaları aleyhine çalışmak ve bunların durumları, hareketleri hakkında bilgi vermek üzere para karşılığında Sultan Hamid’in hizmetine girdi, beş yüz altın yolluk bağışlanarak Sirkeci’den trene bindirildi ve gitti. Sultan Hamid’i ortadan kaldırmak için görev kabul etmiş olan Joris, çok geçmeden Sultan Hamid’in hafiyeliğini alarak Avrupa’ya döndü ve hayli hizmet etti.”

***

 

Hasan Sabbah ve Haşhaşinler

Siyasi amaçlarla adam öldürmek deyince en çok akla gelenler ise 11. yüzyılda yaşamış olan Hasan Sabbah ve Haşhaşin adı verilen fedaileridir. Çok yazılmış bir konudur ama bilmeyenler olabilir diye özetleyeyim.

Hasan Sabbah (d. 1054), Şiiliğin Altıncı İmamı Caferü’s-Sadık’ın 765 yılında ölümünden sonra oğlu İsmail’e biat edenlerin kurduğu İsmailiye mezhebine bağlı eğitimli bir Farisi veya Arap idi. İsmail babasından önce ölmüş, bazı Şiiler diğer oğul Musa el Kazım’a biat etmişti. İsmail’e biat edenler ise daha sonra kollara ayrılmışlardı. Nizarilik adı verilen kola bağlı olan Hasan Sabbah, 1090’da müritleriyle birlikte Hazar Denizi yakınlarındaki Kazvin bölgesinde, Rudbar Vadisi yakınlarındaki sarp kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni ele geçirdi ve 1124 yılında ölümüne kadar 34 yıl burada yaşadı. Yaşamı boyunca da siyasi rakiplerini saf dışı etmek için, fedaileri aracılığıyla suikastlar düzenledi. Kurduğu İran Nizari Devleti, 1256 yılında İlhanlı Hükümdarı Hülagu tarafından tarihe gömüldü ama Alamut Kalesi düşmanın eline düşmedi. İddiaya göre kaleyi yok etmek için üzerinde yükseldiği kayalık arazinin altındaki petrol yataklarını patlatmak bile denenmişti. Hasan Sabbah’ın ardılları döneminde fedailer az da olsa siyasi suikastlara devam ettiler.

 


Marko Polo’un uydurmaları

Rivayete göre fedailer kuşakla bağlı beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı başlık giyerler, hançeri kurbanın göğsüne ne zaman ve nerede yerleştirecekleri konusunda sıkı bir eğitimden geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem olursa olsun, kurban ölümden kurtulamazdı.

Ünlü İtalyan seyyah Marko Polo (d. 1254), seyahatnamesinde, fedailerin içinde bol miktarda haşhaş bulunan içkiden içtikten sonra kendilerinden geçmiş biçimde bırakıldıkları “cennet” sandıkları bahçeye tekrar kavuşmak için Hasan Sabbah’ın emirlerini tartışmaksızın yerine getirdiklerini ileri sürer. Fedailere “Haşhaşin” (Afyonkeş) adı takılmasının kaynağı da Marko Polo’dur. Marko Polo seyahatnamesinde suikastçılardan “assassin” diye söz eder. Bu terim daha sonra ünlü İtalyan şairi Dante Aligheri tarafından 1300-1305 yılları arasında yazılan İlahi Komedya’nın XIX. Şarkısı’nda boy gösterir. Dante, Marko Polo geleneğini izleyerek, “assassin” kavramını “kötülük” kavramı ile birlikte ele alır. Bu tarihten itibaren “assassin” kelimesi Batı dillerinde “suikastçı” veya “cani” anlamına kullanılmaya başlar.

Halbuki Marko Polo’nun bölgeden 1271-1275 yılları arasında geçtiği sanılır. O sıralarda 20 yaşlarındadır ve Alamut Kalesi’ne gitmemiştir. Dolayısıyla anlattıkları tamamen rivayetlere dayanır. İkincisi, birçok tarihsel kaynak, Hasan Sabbah’ın son derece muhafazakâr biri olduğunu, müritlerine değil uyuşturucu (haşhaş) verip hurilerle gönül eğlendirttiğini, kadınlarla ilişkiyi ve alkollü içkileri bile yasakladığını yazar. Ayrıca iki oğlundan birini cinayetle, diğerini de ayyaşlıkla suçlayarak öldürmüştür. Bu yakıştırmanın nedeni Sünni bakış açısıyla Şiiliği karalamak veya bir insanın ancak uyuşturucunun etkisi altındayken bu kadar gözü kara olabileceği yolundaki önyargı olabilir. Nitekim bugün bile Sünniler için “ehli sünnete saldıran sapkın bir cani” olan Hasan Sabbah Şiiler için bir kahramandır.


Nizam’ül-Mülk olayı

Hasan Sabbah ile ilgili başka şüpheli bilgiler de vardır. Örneğin çağdaş yazar Amin Maalouf’un Semerkant adlı romanında iddia edildiği gibi, Hasan Sabbah’la rubai yazarı Ömer Hayyam ve siyasetçi Nizam’ül-Mülk’ün arkadaş oldukları şüphelidir. İlk iki şahsiyet yaşça yakındır ama Nizam’ül-Mülk onlardan en az 30 yaş büyüktür. Ayrıca üçü de farklı medreselerde okumuşlardır.

Büyük Selçuklu hükümdarları Alparslan ve Melikşah’ın ünlü veziri, Siyasetname adlı eserin yazarı Nizam’ül-Mülk’ün, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından öldürüldüğü de kesin değildir. Böyle bir ihtimal vardır ancak bu cinayeti Melikşah’ın kendisinin veya oğlunu tahta geçirmek isteyen Terken Hatun’un ya da Nizam’ül-Mülk’ün rakibi Tac’ül-Mülk’ün işlemiş olduğunu söyleyen kaynaklar da vardır.

Faik Bulut’un kaynakçada belirttiğim Hasan Sabbah’ın Nizari Devleti’ni “Eşitlikli dervişan cumhuriyeti” olarak tarif eden kitabını ise ne yazık ki kitapçılarda bulamadım, dolayısıyla okuyamadım. Bu yüzden bu ilginç tezin dayanaklarını bilmiyorum. Ama bütün bunlar bile Hasan Sabbah ve Haşhaşinler meselesinde uydurma ile gerçeği ayırmak için daha derin okumalar yapmak lazım geldiğini gösteriyor.


Özet Kaynakça:
İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut, SU Yayınları, 2004; Faik Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği/ Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri, Amin Maalouf, Semerkant (Roman), Yapı Kredi Yayınları, 1997; Sir Henry F. Woods, Türkiye Anıları, Osmanlı Bahriyesinde 40 Yıl 1869-1909,(Çeviren: Fahri Çoker), 1976; Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları, 1931, Alpay Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 2007, s. 61-66; Necdet Sakaoğlu, “Bomba Olayı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 2,Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı ortak yayını, 1994, s. 294-295; Vahdettin Ergin, “Sultan II. Abdülhamid’e Düzenlenen Ermeni Suikastı ve Bu Sebeple Belçika İle Yaşanan Diplomatik Kriz”, Belleten, Cilt LIX, Sayı 225, Ağustos 1995, s. 413–428.

hurayse@hotmail.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums