- 3.08.2014 00:00
Tecahül-ü arif, edebiyatın en estetik ve seviyeli sanatlarındandır. Bilip de bilmemezlikten gelme diye tarif edilebilen bu yaklaşım, bazen siyasetçiler için bir tarza dönüşür. Başbakan Erdoğan bugünlerde iadesi istenen madalyayı alırken Filistin sorununu bilmiyor muydu? Biliyorsa ne biliyordu, ne kadar biliyordu? O günden bugüne değişen ne oldu?
Bolivya ve diğer Latin Amerika’daki sosyalist yönetimlerin İsrail konusundaki somut tutumu ile Türkiye dahil Ortadoğu ülkelerinin hamasetten öteye geçmeyen yaklaşımının karşılaştırmasını yapmaya Müslümanların aklı, irfanı, vicdanı yetmiyor olabilir mi?
Gelelim asıl konumuza. Kürt sorununun çözümünde eve, hayata ve siyasete dönüşe nasıl bir anlam yüklediğimiz aslında sorunu ne ölçüde doğru algıladığımızın da göstergesidir. Zaten şimdiye kadar sorunu doğru algılasaydık çözümü de daha sağlıklı planlardık diyebilirsiniz. Elbette herkesin ayrıntıya aynı düzeyde hakim olması beklenemez. Ancak sorunun en temel boyutlarına tersinden yaklaşırsanız, çözüm adına attığınızı iddia ettiğiniz adımlar niyetinizden bağımsız olarak işlevsizleşir.
Silahlı militanları kriminal vaka olarak ele almak ve rehabilite bağlamında çözüm konsepti kurmaya kalkmak baştan yanlış yola sokar.
Sorunun sosyal boyutunu önemsemek gerekir elbette. Fakat hukuki boyutunu yani statü sorununu ihmal eder yada geciktirmeye devam ederseniz, psikolojik boyutu önemsemek de bütüncül yaklaşmaya yetmez.
Sorunun özünü çözüp sonra yan problemleri ele almak yerine önce bağlantılı noktaları ele alıp özüne yönelmeyi ertelemek bu süreci tümüyle sabote edebilir. Rojava konusu bu nedenle çözüm sürecinin akıbetini şekillendirecek kritik öneme sahiptir. Egemenlik algısı ve yetki paylaşımı konusunda bir ilerleme ve esneme olmadan ne içerde ne bölgede demokratikleşme ve barış inşası mümkün olmaz.
Bir taraftan HDP’nin parlamentodaki temsiline tahammül gösteremeyip diğer yandan silahlı kadroları siyasete davet etmek inandırıcı olmak bir yana güvensizliği derinleştirecektir.
Hayatı nasıl anlamlandırdığınız ortada iken başkalarını hayata davet etmek ilginç bir paradokstur. Ne modernleşmeyi demokratik biçimde şekillendirmiş ne geleneğin olumlu birikimini korumayı başarmış bir ülkenin başkalarını “hayata kazandırma” iddiası, olsa olsa sosyal politika ve istihdam sorununa indirgenir. Hayatı vahşi bir rekabet, tüketim ve iktidar ilişkisi içinde ele alan anlayışların asla tatmin etmeyeceği insanların varlığını kabul etmekten başka bir çıkar yolu yoktur. Doğayı ve değerleri hayatın içinde farklı konumlandıran alternatif yaşam felsefeleri insanlığın uzun erimde tek kurtuluş hattıdır. Dünyadaki sosyal buhran ve ekonomik krizi dikkate almadan bunu çözüm diye dayatmaya kalkmak sadece kendini kandırmaktır.
Eve dönüşe gelince, konuyu çok daha insani bağlamda ele almanın önündeki asıl engel devletten kaynaklı yasal düzenlemeler ve ısrarlı yasakçı uygulamalardır. İnsanların neden evlerini terk ettiklerini ve ne uğruna bunu on yıllardır devam ettirdiklerini, beyaz adamın oryantalist tavırlarına benzer eda içinde ele alırsanız kimsenin duygu dünyasına hitap edemezsiniz.
Bırakın eve, hayata ve siyasete dönüşü, bütün bu alanların yozlaşma ve kokuşması ile yüzleşmeyi de imkansızlaştırırsınız. Kürtleri kurtarmak gibi iddialı laflar yerine, Türkiye’nin çöküş ve çözülüşüne çare arayan bir tevazu içine girmeden ciddi bir mesafe alınamaz.
Kürt siyasetinin cumhurbaşkanlığı seçim süreci ile Türkiye için açtığı kapının kıymetini bilmek ve çok daha riskli gelişmelerin önüne geçmek için dar siyasal hesaplardan kurtulmaktan başka çıkış kalmamıştır.
ÖZGÜR GÜNDEM
Yorum Yap