- 11.11.2013 00:00
Siyaseti son derece farklı kavramlar üzerinden tartışmak mümkündür. Ancak bugünün Türkiye’sindeki önceliklere baktığımızda iki noktanın ön plana çıktığını ifade etmek gerekir.
Bu kavramlardan biri güven diğeri ise güç ilişkileridir. Tabi her iki kavramı sınırlandıran çerçeveyi toplumsal zeminde arıyorsak, toplumsal güven ve toplumsal güçten söz ediyor olmalıyız.
Başbakan’ın öğrenci evleri üzerinden sarf ettiği son değerlendirmelerden, Kürt sorununda barışçı çözüme kadar bir çok alanı bu temel kavramlar üzerinden ele almak mümkündür. Toplumda güven oluşturmadan siyasal güç oluşturmak kolay değildir. Bu güvenin, gerçek bir iletişim, örgütlenme ve hesap sorma mekanizmalarına dönüşmesi için siyasi partiler önemli bir araçtır. Toplumu yok sayan bir siyasetin anlamı da yoktur. Salt etik ya da düşünsel kaygılarla sergilenen çabalar, elbette tarihin kimi dönemlerinde kritik işlevler görmüş ve bir süre sonra toplumsal siyaseti şekillendirecek kırılmalara dönüşmüştür.
Ancak pratik siyasete yönelik bir müdahale arayışı içerisindeyseniz toplumsal yargıları yok sayarak söz söyleme, tavır geliştirme lüksüne sahip olamazsınız.
Özellikle örgütlü yapıların özgüven içinde topluma hitap edebilmesi ve geniş kitlelerde güven elde edebilmesi için iç güven sorununu aşması gerekir. Kendi içinde güvene dayalı bir ilişki kuramayan siyasal örgütlenmelerde yetki devri ve iş bölümü mümkün değildir. Bu karmaşayı doğrudan demokrasi yada katılımcılık diye savunmaya kalkmak da kendini kandırmaktır. Elbette demokratik örgütlenmelerde her organ gücünü yetki aldığı organın denetimine açık kullanır. Ancak bu ağ topluma değiyor ise anlamlı ve değerlidir. Topluma ulaşmadığında bu mekanizma tam bir iç fren sistemi ile kilitlenir. Hareket etme şansını kaybeder. HDP gibi farklı örgütlenmelerin buluşmasından ortaya çıkan yeni üst örgütlenmelerin önündeki en büyük risk budur.
Halkın sadece bir kısmı ile iletişim kurabiliyor ve büyük bir kesime ulaşabilecek çaba içine giremiyorsanız, dilinizi de bu doğrultuda yeniden şekillendirmezsiniz. “Toplumun güvenini neden elde edemiyoruz?” sorusunu kendine sormayan hiçbir siyasal arayış toplumsal muhalefete öncülük edemez. Kürt siyasetinin kendi kitlesinde en azından bölgesel düzeyde aldığı mesafe ile Türk solunun içe kapanmasını karşılaştırdığımızda bu tabloyu çok net biçimde görürüz. Türkiye’nin Batı bölgelerinde yaşayan Kürtler, Kürt oldukları kadar Alevi, dindar yada işçi ise bu kitleye hitap edebilmenin öncelikleri de kendine özgü olmalıdır. Kürt olmayan Aleviler, dindarlar, işçiler yada başka nedenlerle sistem mağduru olan kitlelerle iletişim kurmanın önündeki engel, Kürt sorununa ilgili olmaktan çok onların kendi sorunlarına mesafeli olmakla ilgilidir.
Siyasette değerlere dayalı yeni bir toplumsal güç inşa edebilmenin yolu bu güven bunalımını aşmaktan geçmektedir.
Başbakanın önümüzdeki dönem gençlik hareketlenmelerine dair kaygılarını yansıtan öğrenci evleri değerlendirmesi dikkatle okunmalıdır. Tıpkı yetmişli yılların sağcı iktidarları gibi, toplumsal dinamizmi yüksek değişim aktörlerinin geniş kitleler nezdinde saygınlığını sarsacak söylemler geliştirilmektedir. Türk sosyalistleri aynı tuzağa ikinci kez düşmemeli ve iktidarın tersini savunarak, tam da onun istediği yerde konumlanmaktan kaçınmalıdır. “Nasıl istersek öyle yaşarız” mesajı iktidarın otoriterleşmesine meydan okumak açısından önemlidir. Ancak bu söylemin tam da kurulmak istenen “muhafazakar geleneksel toplum ve bir avuç toplumla kavgalı seçkin” gerilimi üzerine oturmaması için dikkatli olunmalıdır.
Kürt sorununda diyalog yolu ile çözüm sürecinde önemli bir işlev görebilecek olan HDP’nin, toplumsal bir siyasal müzakere öznesi olabilmesi biraz da bu konularda sergileyeceği performansa bağlıdır. CHP dahil muhalefetin, başörtülü milletvekilleri ile ilgili sergilediği tavrın nasıl bir oyunu boşa çıkardığını bütün toplum görmüş ve takdir etmiştir.
Yorum Yap