- 20.01.2012 00:00
27 aralıkta bu köşede yayımlanan “Ermeniler neden 1915’e ‘takılıp kaldı’” başlıklı yazıyı sizlerden gelen mektuplarla ve onlara cevabımla sürdüreceğimi söylemiş, fakat izleyen günlerde patlak veren bir dizi gelişme (Uludere faciası, Başbuğ’un tutuklanması, 12 Eylül iddianamesi vb.) nedeniyle bu sözümü yerine getirememiştim.
İşte nihayet sıra ona geldi.
Araya bir aya yakın bir süre girdiği için, öncelikle ilk yazının meselesini sizlere kısaca hatırlatmak istiyorum.
Özetin özeti, Ermenilerin 1915’i neden “unutamadıklarını”, neden “1915’e ‘takılıp kaldıklarını’”kendimce izah etmeye çalıştığım bir yazıydı o... Yazıda bunun normal bir sonuç olduğunu savunuyor, bu sonuçta en büyük rolü devletin inkâr politikaları ile toplumun bu politikalar neticesinde bilgisiz ve duyarsız kalmasının oynadığını söylüyordum. Çünkü acının inkârı travmayı daha da büyütüyor, bu da mağdurun tedavisini imkânsız kılıyordu:
“Suçun fail tarafından inkârı, bazı durumlarda suçun kendisinden bile daha yaralayıcı olabilir; failin yanı sıra suça tanıklık edenlerin de inkâra yönelmeleri durumunda ise sonucun bu tarzda tecelli etmesi neredeyse mukadderdir.
“Böyle bir inkârla karşılaşan her mağdur, bütün enerjisini ‘inkâr’ın ‘ikrar’a dönüşmesi yolunda harcar. (...) Böyle bir insanın başat duygusu kaçınılmaz biçimde ‘öfke’ olacaktır.
“Öte yandan suçu inkâr edenlerin, bu ‘öfke’nin asıl müsebbiplerinin kendileri olduğunu unutarak, öfkeden neredeyse hastalanmış bir insanı bu halinden dolayı suçlamaya kalkmalarında büyük bir ahlaki problem vardır.
“(...)
“İnkârı ısrarla sürdürenler, kurbana ‘öfke’den başka bir duygu edinme fırsatı vermedikleri, böylece kendisine kötülük edeni affederek iyileşme imkânını dahi kurbanın ellerinden aldıkları için çok ağır bir sorumluluğun altına girmişler demektir.”
“Benimkiler neden yaşadıkları ıstıraplara takılıp kalmadı”
Yazının yayımlandığı gün, gazeteci arkadaşım Temuçin Tüzecan bana bir elektronik mektup gönderdi. Temuçin, benzer acıları yaşayan başka halkların acılarını Ermeniler gibi ısrarla vurgulamadıklarını hatırlatıyor ve meselenin “siyasi” olduğunu savunuyordu:
“Benim anneannem Boşnak (Saraybosna), anne tarafından dedem Arnavut (Prizren), babaannem Selanikli, baba tarafından dedem Laz (Trabzon)... Soruyorsun ya, ‘Ermeniler neden 1915’e takılıp kaldı’ diye...
Ben o soruyu hep şöyle sordum: Benimkiler neden yaşadıkları ıstıraplara takılıp kalmadı’ diye. Saraybosna’dan, Prizren’den gelenler Sırp çetecilerin köylerini nasıl bastığını birkaç kez anlatmışlardı. Selanik’ten gelen, uçaklarla benzin döküp Müslüman mahallelerinin nasıl yakıldığını anlatırdı; oğlunun adını unuttuğu Alzheimer’in son devrelerinde. Daha önce hiç anlatmamıştı.
“Tabii ki anlatmamış, ya da az anlatmış olmaları unuttukları anlamına gelmiyor. Ama, yaşadıklarına takılıp kalmadıklarını, benim tanık olduğum geç dönem yaşamları gösteriyor.”
Temuçin’e göre, “Osmanlı’nın son döneminde patlak veren milliyetçiliklerle ‘millî’ hedeflerine ulaşan milletlerin arasında bir tek Ermenilerin olmaması, tüm tartışmalarda önemli bir unsur”du ve bu da acıyı unut(a)mamanın “psikoloji”yle değil“siyaset”le ilgili olduğunu gösteriyordu:
“Ermenilerin siyasi yönü ağır basan, Taşnak eğilimli örgütler tarafından yönlendirilmesi Ermenilerin rövanşı alma niyetlerini gösteriyor bence. Öfkeyi diri tutmak, zaman içinde kendini ya da grubunu kurban olarak görmeye yol açar. Devamı ise bundan sonraki maçı, rövanşı almaktır.”
Temuçin’in bakış açısına yakın başka mektuplar da aldım. Mesela Bekir L. Yıldırım’a göre asıl“vicdani soru” şuydu: “Neden biz 1915’e takılıp kaldık?”
Yıldırım’ın başka soruları da vardı:
“Neden bazı etnik grupların acıları özeldir?.. Neden bazı gruplar (örneğin Yahudiler ve şimdi de Ermeniler) bırakın diğerlerini, yatıp kalkıp bize ağlayın derler be biz de boyun eğeriz? (...) Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri’nden aklımda kalan bir cümle: ‘Onların tasvir gücü var. Onlar tasvir eder be biz de boyun eğeriz’... Bu ahlaki değil. Bu adil değil. Vicdanlar önceliklerini ‘bu günün modası’na göre belirlemez. Lütfen buna vicdan demeyin.”
Erdinç Çiftçi de tıpkı Temuçin Tüzecan gibi kendi ailesinden (Bosna göçmeni) örnek getirerek, Ermenilerin acılarını politik bir neticeye ulaşmak için araçsallaştırdıkları kanaatindeydi:
“Dedem(in) hikâyesini duyduğumda ne Sırplara ne Ruslara o zamanki dedelerinin dedelerinin yaptığı zulmü kabul ettirmek gibi bir düşünce geçti aklımdan ne de onlara bir kin duydum. Ayrıca bu hikâyeyi anneannemin ağzından kerpetenle çekmek zorunda kaldım.”
“Her acı kendi gerçekliğini yaratır”
Fakat bana gelen mektupların çoğunda, “acının tahlili”nin ahlaklı bir şey olmadığı savunuluyor, Ermenilerin dünyaya haykırdıkları acının, yaşananların karşılığı olmaktan ziyade “siyaset” marifetiyle çoğaltılmış bir acı olduğuna dair düşüncelere karşı çıkılıyordu.
Emre Akın mesela, şöyle yazmıştı:
“Her acı kendi gerçekliğini yaratır. Acının tanımını acıyı yaşayana dayatmaya kalkarsanız bunun adı en hafif tabiriyle izansızlıktır. Ben, bir insan olarak, ‘başkaları acı çekmedi mi’ sorunuyla muhatap olmak istemiyorum. Olamam. Böyle bir sorunun benim zihnimde bir soru işareti çakmasına bile izin vermem.”
Gelen mektuplar içinde beni en fazla etkileyenlerden biri de 1953 doğumlu Kadir Dağhan’ınki oldu. Dağhan’ın Adıyaman’da geçen çocukluğuna dair anıları, 1915’ten sonra bu ülkede yaşamaya devam eden Ermenilerin Diaspora’da yaşamadıkları için “tedavi oldukları”na dair düşüncelerin fazla iyimser olduğunu gösterir nitelikteydi:
“Adıyaman’ın yarısı Ermeniler yani gâvurların yaşadığı gâvur mahallesiydi. Okul sıralarında din derslerinde bu çocuklar muaf oldukları için çıkarlarken diğerleri de arkalarından gâvur diye bağırırlardı. (...) Fırından aldıkları ekmeklerin yerlere atılarak hayvan pislikleriyle bulaştırılarak ve tekme tokat eşliğinde ellerine geri verildiği görüntü gözümün önünden hiç gitmedi. Daha sonra bir benzerini de ben yaşadım. Belki de bu görüntü bu yüzden hafızama kazındı. Bir gün Kıbrıs volkanı diye bir film oynadı ve hemen akabinde gâvur mahallesine çoğu çocuk olan kalabalık bir grup saldırmaya başladı. İş yerleri taşlandı, yağmalandı. Büyük bir kısmı kaçtı. Kalanlar da korku ve sessizlik içinde yaşamaya çalıştı.”
NOT. Salı günü Ermeni tehcirinin neden Balkan tehcirinden daha büyük bir travma yarattığını, neden etkilerinin bugüne kadar uzandığını ve neden “unutul(a)madığını” anlatmaya çalışacağım.
‘Sessizliğin Sesi– Türkiye Ermenileri Konuşuyor’
Bir Adıyamanlı okurun gönderdiği ve bitişik sütunlardaki yazının sonunda yer alan hikâye, sanmayın ki“münferit”tir... Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde yayımlananSessizliğin Sesi– Türkiye Ermenileri Konuşuyor başlıklı kitap, Ermenilerin Cumhuriyet Türkiye’sinde de gönül kırıcı birçok pratikle karşılaşmaya devam ettiklerini gösteriyor. Kitaptan anlıyoruz ki, bunları şimdiye kadar duymadıysak, nedeni Ermenilerin “sessiz” kalmayı kendi güvenlikleri açısından daha doğru bulmalarıdır.
İşte kitapta yer alan canlı tanıklıklardan ikisi:
“Babam dedi ki ‘Sana gâvur diyecekler, öbürlerine de diyorlar ama seslerini çıkarmıyorlar. Seni öldürmezler, dayağını ye, sesini çıkarma gel evine. Bir yerin kırılsa da sesini çıkarma.’ Bu bilinci babam bana verdi. Öyle dayak yiye yiye büyüdüm. (...) Yedi-sekiz yaşlarında iken büyük adamlar beni kulaklarımdan tutup yere vuruyorlardı, ‘Gâvurdur, kemiği kırılmaz, sağlamdır’ diyorlardı. Bizim orada bir uçurum (Tehtameterxanê) vardı. Oradan insanlarımızı atmışlardı, kemikleri üst üsteydi, beni o uçuruma götürürlerdi. ‘Dedelerinin kemiği orada, seni de oraya atacağız’ diye tehdit ederlerdi.” (1961, Eruh doğumlu.)
“Aşırı milliyetçi gruplar vardı. Daha sonra onlar ilçenin MHP tabanını oluşturdular. O zamanlar Kıbrıs olayları da vardı. Makarios’un kuklaları yakılır, sokaklarda gezilir, ‘Kahrolsun Kıbrıs! Kahrolsun Hıristiyanlar! Kahrolsun Ermeniler!’ diye bağırırlardı. Anneannem hemen ‘Aman ortada durmayın, gelin içeri’ diyerek bizi sokaktan toplardı. Bayramlarımızda kapılarımıza kedi-köpek leşleri asılırdı. Ben bunu gözümle gördüm.” (1941, Amasya Gümüşhacıköy doğumlu.)
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap