- 30.12.2011 00:00
Orhan Miroğlu, katıldığı kapalı bir toplantıda TRT Genel Müdürü’nün sanatçı Rojin için “aşüfte” dediğini açıkladığında, TRT’den gelen yalanlama çabalarına rağmen herkes hemen Miroğlu’na inandı. Tıpkı, Rojin’in TRT’den “baskılar” nedeniyle ayrıldığını açıkladığında, TRT’den gelen “Baskı yok, çekime mazeretsiz gelmediği için işine son verildi” açıklamasına rağmen herkesin hemen Rojin’e inanması gibi...
Eylül 2009’da Yeni Aktüel dergisi için kaleme aldığım Rojin portresinde, ağırlıklı olarak onun etrafa yaydığı işte bu “öyle diyorsa öyledir” inandırıcılığı üzerine yoğunlaşmıştım.
Rojin’e buradan selam ederken, o portreyi, bir kez de Tarafokurlarının dikkatine sunuyorum...
***
Kapalı kapılar ardında yapılan ve tarafların daha sonra üçüncü kişilere dert anlatmak zorunda oldukları tartışmaların bazılarında taraflardan birinin pozisyonu trajik olur: Çünkü üçüncü kişiler ona değil, o âna kadar etrafına büyük bir güven vermiş muhatabına inanacaktır. Onun kaderine ise mutlaka“haksız sayılmak” düşecektir.
Böyle kişiler güçlerini dobralıktan ve samimiyetten alırlar. Etrafında “öyle diyorsa öyledir” duygusu yaratabilmiş bir insan, onun muhalifleri-muârızları için çok tehlikeli bir güçtür. Öyle insanları “söz”le yenmek mümkün değildir, başka araçlara başvurmak gerekir.
İstifasından önce TRT Şeş’in en çok izlenen programcısı olan Rojin, benim kanaatime göre işte o insanlardan biri... Üç aylık bir maceranın ardından “üzerindeki baskılar”ı gerekçe göstererek programdan ayrıldığını açıkladığında, işte bu algı nedeniyle ona inandık, buna karşılık “Baskı yok, mazeretsiz çekime gelmediği için işine son verildi” diyen TRT yönetimi inandırıcı gelmedi çoğumuza...
Fakat böyle, başının etrafında bir inandırıcılık hâlesiyle dolaşmak çok az kişiye nasip olur. Bunun için her şeyden önce acılardan, hayal kırıklıklarından, zaaflardan oluşan ve her insanda bulunan dış kabuğu parçalama cesareti gösterenlerden olmak gerekir... Kendi gerçekliğine karşı o kadar dürüst olanlar, orada bile yalan söyleyemeyenler; ancak onlar yaratabilir “öyle diyorsa öyledir” duygusunu...
“Peygamber” diyen anne, “Marx” diyen baba
Rojin, sanki acıları, hayal kırıklıklarını, zaafları gizlemenin modern bir ibadet haline geldiği bir dünyada değil de, bunları anlatmanın sevap sayıldığı bir tarikatın tam göbeğinde yaşıyormuş gibi davrandı hep... Kendisiyle yapılan söyleşilerin çocukluk ve genç kızlık dönemine ilişkin bölümlerini ne zaman okusam, acı hatıraları tolere etmenin en etkili yolunun onları anlatmaktan (mümkünse onun gibi gülümseyerek anlatmaktan) geçtiğine bir kez daha kani olur, ardından da bunu beceremeyen biri olarak hayıflanırım...
“İdealist, dindar bir anneyle Marksist bir baba arasında kaldık. Biri peygamberin ayetlerini söylüyor, biri de ‘Marx, Lenin diyor ki,’ diyor. Fakat babam özümsememiş bence okuduklarını; özümsese o kadar dayakla büyütmezdi çocuklarını... Otorite kurmak için küçücük nedenler için bile dayağa başvuruyordu. (...) En son zincirle dövmüştü... Adana Belediye Konservatuarı’na gitmek istiyorum diye! O zincirle vururken sadece oturdum ve gözüne baktım. Gözyaşlarım ağlamaktan değil ağrıdan akıyordu artık. Ondan sonra beni dövmedi zaten, lisedeydim. O günü hiç unutmam...”
Onun şiddetle macerası, daha doğrusu uğradığı çok ağır şiddete rağmen çözülüp çürümemesi, tam tersine su verilmiş bir çelik gibi sertleşmesi izaha muhtaç bir hakikat olarak duruyor karşımızda. Rojin’in şu sözleri belki yardımcı olabilir bize:
“Dayakla terbiye verilmeyeceğini biliyorum ama benim kişisel ahlakımda, yaşantımda yanlış yoksa, İstanbul’a gelip dağıtmadıysam, sapıtmadıysam aile terbiyesi aldığım içindir. O dayaklar dışında, korkunç bir asalet aşıladı ailem bana. Asalet parayla gelen bir şey değil; bir tür ahlak. Bize öğrettikleri bir sürü değer var. Bu dayaklar da şekillenmemiz için atılan dayaklar.”
Biraz “feodal” mi geldi? Bana da öyle geliyor ama, “o feodallikte ne asaleti canım” derseniz, orada ayrılırız. Benim, sözünü ettiği asaleti her halinde yansıttığını düşündüğüm Rojin’e tek itirazım, aynı değerlerin dayaksız da aktarılabileceğine ilişkin olabilir ancak.
Sık sık “Evde bir Azrail’di” diye tanımladığı baba figürünün karakterini, düşüncelerini, tepkilerini belirlemede tayin edici bir rol oynadığı anlaşılıyor. Sol’un özgürlükçü söylemiyle çoğu solcunun pratikteki despotluğu arasındaki çelişkiyi her fırsatta fâş etmede bu kadar hevesli olmasının “solcu-Azrail-baba”dan bağımsız olduğunu düşünemeyiz herhalde:
“(Babam) Aynı Gönül Yarası’ndaki adam gibiydi. Dışarıya çok iyi ama aileye ilgisiz. Mesela adamın biri cezaevinde. Onun ihtiyacını karşılardı. Ama biz evde açız, sefalet diz boyu. Bu bir çelişki değil mi? Solcu erkek demokrasiyi ayakkabısıyla beraber kapı önünde bırakıyor. Eve girdikten sonra çok farklı. Abilerimiz vardı eve gelen örneğin. Hiç ummadığım birinin karısını dövdüğünü öğrendim yıllar sonra. Kadın yıllarca gizlemiş. Adam öyle demokrat takılıyor ki hâlbuki resmen tapıyorsun. Bunları gördükçe de nefret ettim bu ikiyüzlülükten.”
Keza, “insan kardeşleri”nden çok “kadın kardeşleri”ni vurgulaması ve onlara duyduğu muhabbeti her fırsatta tekrar etmesi, “baba” bağlantısıyla daha kolay anlaşılabilir görülüyor:
“Elimde değil, her konuda kadının yanında oluyorum. (...) Herhalde ileride kadınlara dair ya bir organizasyon yapacağım ya da bir dernek kuracağım.”
“Rojin Bacı, neden omzun açık?”
“Solcu” babanın kendisine aşıladığı en “korkunç” asalet, “zalimlerin karşısında boyun eğmemek, haksızlıklara direnmek” olmalı... Baba, bunun en başta kendisine karşı işleyeceğini düşünmemişti kuşkusuz. Fiziksel şiddetin her tekrarı böyle bir “asalet”le donatılmış Rojin’i manen daha da güçlendirdi, kendine olan güvenini daha da arttırdı. Ve bir gün bavulunu alıp çıktı o evden. Üniversiteye başladı, fakat artık tümüyle kendi gücüne güvenmek zorundaydı.
“Ofislere, evlere temizliğe gittim, araba camı temizledim, jeton sattım. Bir de asla unutmam; ‘Papatyalar’ın bursiyerlerinden biriydim. Türk Kadınını Tanıtma ve Güçlendirme Vakfı, Kürt kadınını güçlendirdi ama olsun, farkımız yok!”
Üniversiteli Rojin’in ilk yılları, bugün “Rojin Bacı, neden omzun açık” türünden sorular sorup serzeniş ileten “fan”larının özlemle hatırlayacağı yıllar oldu:
“Üniversiteye gittiğimde bile tek kaşım vardı benim. Bayır Gülü gibiydim. Kaşın ortasını almanın bir namussuzluk ve soysuzluk olduğunu düşünüyordum. Sonra aldığımda ise birkaç gece uyuyamamıştım soysuzlaştım mı diye. Bekâretini kaybetmekle eş bir şey nerdeyse. Öyle bir şey ki bu ağda yapmak bile çok ayıp. Hâlbuki çok insani şeyler bunlar. O yüzden üniversite hayatımı sakallı ve bıyıklı bir Rojin olarak geçirdim. ‘Pala Rojin’ derlerdi bana.”
Rojin bugün dahi sahnede biraz “sululuk” yapsa, onu izleyen Kürt “ağır abiler”in yüzü asılıyor, suratları düşüyormuş; “Zulular” diyor onlara...
Fakat dert bununla sınırlı olsa...
O tam arafta bir rol modeli. Kendi deyişiyle Kürtler onu fazla Türk, Türkler onu fazla Kürt buluyor. Fakat o, ona yakıştığı gibi karşılıyor bu eleştirileri:
“İki kesim de sadece o dilde şarkı söylememi istiyor. Ama ben bu ülkenin çocuğuyum ve iki dilde birden söyleyeceğim. Dillerin günahı yok. O günahları biz yaratıyoruz.”
Sahnede Kürtçe “Arkadaş” şarkısını söylerken, izleyici korosunun onun “sesini bastırmadan”şarkıya Türkçe eşlik etmesini “ilahi bir an” olarak anımsıyor... Bunları ve aktaramadıklarımı biraraya getirdiğimde, en büyük sorunumuzun çözümünde bir “Rojin tavrı”ndan söz etmek mümkünmüş gibi geliyor bana.
***
NOT. 27 aralıkta bu köşede yayımlanan “Ermeniler neden 1915’e ‘takılıp kaldı’” başlıklı yazıma, mealen, “Neden benzer acıları yaşamış başka başka halklar değil de sadece onlar acılarına takılıp kaldı” sorusuyla itiraz eden mektuplar aldım. Salı günü, yine mealen “Çünkü bu ‘takılıp kalma’ sizin dediğiniz gibi pür insani nedenlerden değil, siyasi nedenlerden kaynaklanmaktadır” diye devam eden bu itirazlara yer verecek, ardından da kendi cevaplarımı yazacağım... Bu tartışmaya siz de katılmak isterseniz, mektuplarınızı bekliyorum.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap