Gazetecilik ve öfke...

  • 19.07.2011 00:00

Perşembe günü piyasaya çıkacak olan Aktüel dergisi için bir Mehmet Ali Birand portresi yazdım. Bu amaçla, onunla yapılmış çok sayıda söyleşi okudum. Onlardan birinde Birand, kendisini mesleğe kazandıran, hayatta en çok sevdiği ve saydığı insanlardan biri olan Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca ile ilk söyleşisini anlatıyordu...


“O söyleşide ne hissettiniz”
sorusuna cevabı şöyleydi Birand’ın:


“Boğazına sarılabilirdim. Ama doğrusunu söyleyeyim, hiçbir şey hissetmedim. İş olarak gördüm. Ona hislerimle değil, ‘Abdi İpekçi’yi niye vurdu?’, onu öğrenmek için soru sordum. Yani gazetecilik merakım daha ağır bastı...”

Birand’ın sözleri, gazeteciliğin, öfkeyle birlikte yürütülebilecek bir meslek olmadığını çok güzel anlatıyor.

Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki çatışmada hayatını kaybeden 13 askerle ilgili olarak gazeteler, birkaç istisna dışında siyasetçilerin ve kamuoyunun öfkesini yansıtmakla yetindiler... Hiç kuşkusuz bu da bir görev... Fakat gazetecilerin aynı öfkeyi aynı biçimiyle paylaşmaları durumunda, asıl görevleri olan “ne oldu” ve “niçin oldu” sorularının cevabını vermede yetersiz kalacakları da muhakkak. Çünkü öfke sakin düşünmenin, nüanslı düşünmenin can düşmanıdır.

Çatışma, savaş gibi olayları aktarmakla görevli gazeteciler için kullanılan “Gazeteci, savaşların savaşmayan tarafıdır” sözü boşuna söylenmemiştir.


Gazeteci, siyasetçi gibi öfkelenirse...

2008’in sonbaharında, İmralı’da yatmakta olan Abdullah Öcalan’a şiddet uygulandığı ve saçlarının kazıtıldığı iddialarıyla birlikte yalnız Güneydoğu’da değil, Türkiye’nin her yerinde büyük şiddet olayları patlak verdi. O günlerde gazeteler sadece bu şiddet olaylarını yansıtıyorlar, bu da öfkeyi büyüterek çatışmayı daha da körüklüyordu.

O günlerde, Barış gazeteciliğinin önde gelen isimleri Annabel McGoldrick ve Jake Lynch’in, çatışmayı sürdürmeyi değil, barışı isteyen ve ona odaklanan gazeteciler için yazdıkları 17 maddelik kılavuzdaki bazı maddeleri hatırlatmıştım.

O maddelerden birinde şöyle deniyordu:


“Bir çatışmayı sadece iki tarafın çatışması gibi göstermekten kaçının. Çünkü, iki tarafın çatışması gibi gösterildiğinde bunun mantıksal sonucu birinin kazanması ve diğerinin kaybetmesidir. Barış yanlısı bir gazetecinin yapması gereken, iki tarafı farklı amaçlar peşinde koşan pek çok küçük gruba ayırarak, yaratıcı çözümlere kapı aralamaktır.”

Başbakan Erdoğan’ın, “Bir dedikleri bir dediklerini tutmuyor, o nedenle artık ne dediklerine bakmayacağız” mealindeki topyekûncu sert sözleri, siyasetçi pozisyonundan bir nebze anlaşılabilir. Çünkü kamuoyunun bu ölçüde hassas olduğu koşullarda, ondan, bu eylemin PKK içinde, Öcalan’ın aldığı barış inisiyatifini torpillemek isteyen birilerinin işi olma ihtimalinden söz etmesini bekleyemeyiz. Zaten Annabel McGoldrick ve Jake Lynch de yukarıda alıntıladığım ilkeyi siyasetçiler için yazmış değil.

Fakat yaşadığımız acı olayda, gazetecilerin mutlaka uyması gereken bir ilkeyle karşı karşıya olduğumuz muhakkak... Bu olayda gazetecilik açısından yapılabilecek en yanlış şey, bu eylemin “PKK” delen, içinde herhangi bir çelişki barındırmayan bir örgüt tarafından gerçekleştirildiğini söylemek ve orada durmaktır. (Maalesef esasen yapılan da bu.)

Oysa yaşadığımız olayda topyekûncu bir bakışla hakikate yaklaşamayacağımız ortada... Çünkü bu örgütün lideri daha bir hafta önce “Devletle görüşmelerim çok ileri bir noktada... Bir barış konseyi kurulacak... 15 Temmuz’un da artık bir önemi kalmadı” demiş, PKK’ya “ateşkese devam” talimatı vermişti. Bu durumda, yapılan eylemin, Öcalan’ı ve onun barış çağrılarını devre dışı bırakmak amacıyla planlanmış bir provokasyon olma ihtimali gerçekten de çok yüksek görünüyor. On üç askerin ölümüne nasıl gelindiğine baktığımızda, eylemin provokatif yönü çok daha net bir biçimde çıkıyor ortaya...


Son bir haftada olanları üst üste koyarsak...

Eski bir PKK gerillası olan Abdulküdir Aygan’ın Cihan Haber Ajansı’na verdiği demeç, bu açıdan kayda değer... Haberde, Aygan’ın sözleri şöyle toparlanmış:


“Saldırının gerçekleştiği 14 Temmuz tarihinin tesadüfî bir tarih olmadığı, bir grup PKK kurucu ve önder kadrolarının Diyarbakır 5 no’lu Ceza ve Tutukevi’nde (14 Temmuz 1982) ölüm orucu sonucu öldükleri tarih olduğu bilgisini aktaran Aygan; Silvan eyleminden önce, Lice-Kulp arasında yol kesip iki asker ve bir sağlık teknisyeni kaçırmakla, Jandarma Komutanlığı’na roketatarlı ve silahlı saldırıda bulunmakla adeta askerî operasyonlara gerekçe hazırladıklarını savundu.


Sabit büyük askerî hedefleri vurmak onlar açısından çok riskli olabileceğinden, askerî birlikleri araziye çektiklerini söyleyen Aygan, ‘Askerin arazideki hareket tarzının hantal ve saldırıya açık olduğunu biliyorlardı. TSK’daki komuta kademesinin zaaflarını da yılların tecrübesiyle öğrenmişlerdi. Uzun süre 40-50 kiloluk sırt çantası, silah ve teçhizatıyla dağlık arazide dolaştırılan askerin durumunu bir düşünün. Ayrıca; bu askerlerin şahsi sorunları vardır. Memlekette yeni doğan bebeği, bekleyen nişanlısı vardır. Kiminin tezkeresine günler kalmıştır. Bu insanlardan dört dörtlük görev beklenebilir mi’ diye sordu.”

“İki tarafı farklı amaçlar peşinde koşan pek çok küçük gruba ayırmak...”

McGoldrick ve Jake Lynch’in tanımladığı bu teorik ilke, sanki 30 yıllık iç savaşımızın pratiğinden çıkarılmış gibi durmuyor mu? PKK’daki kargaşa ve liderlik sorunu bu kadar gün yüzüne çıkmışken, sanki ayrıntıdaki şeytanı gizlemek ister gibi işin bu yanına hiç girmemek neye hizmet eder? PKK içindeki “ne pahasına olursa olsun savaşı sürdürmek” isteyen kesimlerin bu eyleminin yalnız PKK içinde değil, Barış ve Demokrasi Partisi, hatta Kürtler içinde de itirazsız bir koalisyonla onaylandığını anlatan haberler, “Hepsi terörist, saldıralım, taş taş üstünde komayalım”cıların elini güçlendirmekten başka neye yarar? Öfkeyle gazete çatanların, doğmasına hizmet ettikleri bu sonuç kimleri kıs kıs güldürür?


“Biz bu filmi görmüştük” denseydi?

Türkiye’de “irtica geliyor” duygusunu canlı tutmak için kurgulanan cinayetler zincirinin son halkasında 18 Aralık 2002’de gerçekleştirilen Necip Hablemitoğlu cinayeti vardı.

Basın, Hablemitoğlu cinayetinde, bu türden cinayetler karşısında takındığı tavırdan çok farklı bir tavır aldı. Cinayetin ertesi günü, o günlerde “üç büyük gazete” olarak anılan Hürriyet, Sabah ve Milliyet “Biz bu filmi görmüştük”, “Derin suikast” diyen manşetlerle yayımlandı, yayın yönetmenleri, “irticacıların işi” hapının bu defa yutulmayacağını imâ eden yazılar yazdılar. Hürriyet’in genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, cinayetten iki gün sonra bütün basını taradığını ve katil ya da katillerin bu defa “amaçlarına ulaşamadığını” gözlemlediğini belirtti. Özkök, Türk basınında bunun bir örneğine daha önce rastlanmadığını da yazmıştı yazısında...

Doğruydu yazdıkları, gerçekten de ilk defa oluyordu böyle bir şey...

O tarihten sonra, Türkiye’nin seküler kesimlerini “şeriatın gelmekte olduğuna” inandırmaya yönelik başkaca bir cinayet olmadı... Hiç kuşkusuz bunun sebebi, cinayetlerin bu amaç doğrultusunda kullanışlı bir araç olmaktan çıktığının idrak edilmesiydi; o kadar çok tecrübe birikmişti ki, “biz de biliyoruz bu cinayetleri kimlerin işlediğini, fakat biz yine ‘irtica’nın üzerine yıkalım”cıların dışında bu argümana inanan pek kalmamıştı. O günlerin gazeteleri, bu yeni kamuoyunu yansıtıyorlardı kuşkusuz... Fakat, bu yayınların o kamuoyunu daha da pekiştirdiğini de rahatlıkla öne sürebiliriz... Yani, 10 yıldır Türkiye’de böyle cinayetler olmuyorsa, o günkü manşetlerin de bunda büyük bir rolü var.

Asıl konumuza dönersek... Taa 1993’te pusuya düşürülüp öldürülen 33 askerden başlayarak, bu meselede de yeteri kadar tecrübe birikmedi mi? Tam meselenin çözümü doğrultusunda adımlar atılırken birilerinin gelişmeyi torpilleyecek karşı hamlelerini peş peşe dizsek karşımıza nasıl bir manzara çıkar? Yani, büyük gazetelerimize “Biz bu filmi görmüştük” manşetleri attıracak, o manşetleri besleyecek o kadar çok örnek vaka varken, sadece “gidelim, tepeleyelim” duygusunu büyütecek bir gazetecilik iyi bir gazetecilik sayılabilir mi?


alpergormus@gmail.com

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums